17 Ağustos 2011 Çarşamba

HEP Mİ SUÇLUDUR GİDENLER?

Hep suçluydu gidenler. Dönüp gidenler günah keçisiydi.

İnsan seviyorsa, gerçekten seviyorsa gitmemeliydi, gidemezdi. Öyle ya, seven sevdiğini nasıl terk edebilirdi? Eğer bırakabiliyorsa, sevmiyor demekti. Böyle öğretmişti bize postmodern şiirler.

Peki aşkının şiddetinden gidenler olamaz mıydı? Bu büyüklük altında sevdiğinin ezilmesinden korkup kaçanlar yok muydu? Ya Mecnun çöle vurmasaydı kendini, dağın taşın kaldıramadığı aşkını Leyla ne kadar sırtlanabilirdi? Aşk, Mecnun’u yakarken Leyla’yı da yıkabilirdi. Çöle attı kendini diye Mecnun’a sitem etme hakkına sahip olmadığını bilendi Leyla. Mecnun’a da ancak böyle bir maşuk yakışırdı…

Gitti sanılırken aslında gelen değil miydi gerçek aşık? Aşka gelen. Ve “Tüm gelmeler senden, tüm gitmeler sanadır aziz yar.” dememiş miydi şair? Nasıl unutulabilirdi? Ama gerçek aşk unutulmuştu ki demek, gitmek artık suç kabul edilir olmuştu. Gidenin nereye, neden gittiği görülemiyordu. Gitmek ve gelmek sanırım birbirine karıştırılmıştı bu çağda. Kavram karmaşaları yaşanılan, anlamların yitirildiği, kelimelerin gerçek manalarından uzaklaştığı çağda aşk da hakiki manasından çok uzaklardaydı. İnsanın tüm inanışlarını tersyüz eden bir devirde çoğunluk ne derse doğru olan oydu ve işin garibi çoğunluk ne dediğini dahi bilmiyordu. Gücü elinde bulunduranların dediği sorgusuz sualsiz kabul edilmişti. Ve çoğunluk; gideni suçlu ilan etmişti.

Aşkın adını şehevî zevklere indirgemiş toplumda gerçek aşkı tadarak, ilişki denilen basitlikten utanıp gidenler de vardı oysa. Kendini anlayamayan biriyle yanmaya başlayan aşkını söndürmemek için aşkı ile kendi arasında perde olana yüz çevirmek zorunda kalan, aşkın adını kirletmekten kaçanlar vardı. Perdeyi değil, ardındakini seçenler… Ama suçlanıyorlardı. Yakınında olursa, yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına ineceği için gitmiş olabileceği hiç kimsenin aklına gelmiyordu. Oysa “giden” diye yaftalanarak hâkir görülürken, salt aşkından gayrı ne varsa –bu, maşukunun teni de olsa- terk edip kendindekine giden, çekirdeğin özüne inen değil miydi aşık?

Giden insan, bir şeylerin eksik olduğunu düşünüp gittiğinde,  aslında noksan olanın kendisi olduğunu unuttuğunu, kendinde tamamlanması gereken şeyi bir başkasıyla değil, yine kendiyle tamamlaması gerektiğini belki de bu gitmelerle öğrenmesi gerekiyordu.


Sevgilisinden ayrılma planı kuranı, sevgilisinden bir türlü ayrılamayanı, sevgilisinden ayrılıp pişman olanı, sevgilisi kendinden ayrılalı yıllar olsa da onu bir türlü unutamayanı… Çeşit çeşit insanlar ve çeşit çeşit gitmeler vardı artık yeryüzünde. Bunların hepsi bir perdeyi beğenmeyip başka bir perde almak için koşuşturup duran, perdeyi açmak akıllarına bile gelmezken aşktan bahsetmeyi çok sevenlerdi. Gidenin sitemi tüm bu ters yöne gidişlere olabilir miydi?

Gündüzü, gecesi ve rüyaları ayrı milyarlarca insan bu olay dizileri içinde devinirken, o gidiyordu. Belki devinimden yorulmuştu. Belki denizde, havada, toprakta ve toprağın altında milyarlarca tür hayvanın ve milyarlarca tür bitkinin, iklim değişimlerinin, güneş sisteminin, gezegen ve yıldız hareketlerinin kendi kalbindeki aşkın hürmetine var olduklarını düşünerek aşkına gidiyordu. Belki de sadece perdeyi kaldırıyordu.

Bunlar sadece şu an olanlar, bir de ilk insanın dünyaya ayak basışından bu yana olagelenler vardı. Hep bir şeyler doğuyor, bir şeyler olgunlaşarak büyüyor ve bir şeyler ölüp gidiyordu. Çark, tıkır tıkır işliyordu aşk için. Ve çark döndükçe her şey dönüyordu, insan dahil. Her şey, olması gerektiği gibi oluyordu.

Aslında ne gidende vardı suç, ne kalanda. İnsan gitse de kalsa da unutmaması gereken, her şeyin olması gerektiği gibi olmaya devam edeceğiydi. Ama insan nisyandan geliyordu, yani unutmaktan.

Nimet il nisyan; unutma nimeti, unuttuğunu hatırlamak için, kendini…

Unutmak bize bahşedilen bir nimetti, unutmamalıydı.

İnsan dünyaya “gitmek” için gelendi.



Mustafa ÇOLAK
mstfacolak@gmail.com
yazı kaynağı: izdiham.com

Hiç yorum yok: