28 Kasım 2012 Çarşamba

SAVAŞ MUHABİRLERİNE


 
Ölümü yaşamaya tercih etmek cesaret meselesi değil, irade meselesidir. Ancak iradeli insanlar yaşamayı başarırlar.
Yaşam, birtakım kararlar ile köşelerini belirlediğin örümcek ağından ibarettir. Her insan, köşeleri belirledikten sonra yavaş yavaş yuvasını örer ve ördüğü ağı sebepsizce korumakla görevli hisseder kendini. Sonra da kocaman dünyada kendi ördüğü ağa kendini hapsetmeyi marifet sayar. Kendi basiretini yine kendisi bağlar.

Bu durum doğal olarak gelişir. İçgüdüsel olarak. Aynı örümcek gibi. Sonra dönüp baktığımızda bunu neden yaptığımızı, hatta şu an nerede olduğumuzu bile hatırlayamayız. O -ara-da bir şeyler olmuştur ve neyin nasıl olduğunu sorgular dururuz.
Yazgısını değiştirmek isteyenler çoğunlukta olduğu gibi, kaderine boyun eğenler de vardır ve boyun eğenler, aslında elinden hiçbir şey gelmediği ve buna mecbur olduğu için değil, anlama ve bilmenin bir noktadan sonra gereksiz olduğunu kavradığı için hayatlarını ses çıkarmadan sürdürmeyi tercih etmişlerdir.

Ya da dünya, tam bir lağım çukurudur diyebilirim. Çıkmak için debelenenler iyice pisliğe bulanırlar. Nerede olduğunu anladıkça mide bulantın o kadar artar ve içinde bulunduğun kuyuda yaşaman, bilinçlendikçe zorlaşır. Tam tersine gün geçtikçe hayattan daha çok zevk almaya başlıyorsan, domuzlaşıyorsun demektir.
Birkaç soru:

Çayın kaynama sesi, yoğun iş temposu arasında ne ifade eder?

Veya kime ne diyebilirsin şiir yazmanın gerekliliği hakkında?

Daha kaç telefon görüşmesi yapmalısındır önemli bir insan olabilmek için?

Kaç kişiye daha etrafındakilere çaktırmadan yaranmalı?

Bu tür soruları yaşama esnasında ara ara durup, kendilerine soranlar ile soracak hiçbir sorusu olmayanların savaşında, olsa olsa savaş muhabirliğidir yerim. Fakat savaş muhabirliğinin koşturmacasından da sıkıldım.

Bugün yirmi sekiz kasım. Sıkıntı benim her şeyim. Telefon icat edilmeden önce telefon diye bir şeyin icat edilmesi gerektiğini savunan bir adamdan farksızım.

 


Mustafa Çolak
   edebifikir

22 Kasım 2012 Perşembe

HUZUR'A GİDEN YOL..

Derin ve sağlam düşünce bir tek noktaya bakar: Ölüm! Veya başıboş çılgınlık, yani hayat!” İşte kendisinin tek cümlesiyle Tanpınar’ın fikriyatı…

 Tüm insanların gördüğü bir tek hayat ve herkesin kendi aklında kurduğu, yaşayan insan adedince görünmeyen hayatlar… Bir âlem içinde milyarlarca âlem birbirinden habersiz… İç dünya, yani düşünce ve hayal dünyası, dış dünya kelimelerin dünyası… Birbirini tamamlayamayan tamamen ayrı âlemler… Ömrü boyunca iç dünyasını yazmaya çalışmış bir yazarın bütün kitaplarını okusak da onu anlayamayacağımız kadar ayrı…

Ve sonsuzluk… Orada her insanın iki âlemi değil, tek bir âlem vardır zamandan ve mekândan ayrı olan. Derin düşünen insan, işte bu sonsuzluğa geçiş çizgisine, yani ölüme bakar ve kimsenin kimseyi anlayamadığı bir dünyada hala çırpınmaya devam etmek zorunda oluşu, onun çehresinden hüznün akislerini eksik etmez.

Ahmet Hamdi’nin de hüzünlü gözleri, heybetle çağlayıp köpüren suları, kızıllaşan güneşin ihtişamlı töreniyle ufuklarda kayboluşunu, göklerde şekiller çizerek göç eden kuşları, tabiatın mensubu her zerreyi ince ince süzerken, düşüncesini adım adım ölüme kaydırıyor ve konusu her ne olursa olsun her düşüncesinin sonunu ölümle düğümlüyordu. Çünkü ölüm üzerine kurulan kâinatta insanlar ona ister başlangıç ister bitiş desin, mevcut her şeyin ölüme mahkûm oluşu, geniş görüşlüler için diğer tüm mevzuları bırakıp üzerine düşünülmesi gereken en mühim gerçektir ve hangi düşünceyi enine boyuna irdelemeye kalkarsak, açacağımız belki yüzlerce kapının ardında son açtığımız kapı ölüme açılandır. Zihnin hudutsuz ufuklarına açılan bu kapıların anahtarlarını aramayan dar görüşlüler ise Ahmet Hamdi’nin deyimi ile ‘başıboş çılgınlığa’ kendilerini vermişlerdir.

Tanpınar, on üç yaşındayken Musul’da bulundukları sırada annesini kaybetti ve bu ölüm, iç dünyasında eserlerine de yansıyacak derin izler bıraktı. Liseyi Antalya’da bitiren delikanlı, yıllar sonra Antalyalı liseli bir gence gönderdiği mektupta estetiğinin temelinin nasıl atıldığını şöyle anlatacaktı: “Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyva bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.”1 Antalya sahillerinde ölüm fikri ve o güne kadar okuyup tanıdığı birçok şair Ahmet Hamdi’yi, belki o zaman kendisi farkında olmasa da Türk Edebiyatı tarihine bir daha silinmemek üzere adını kazıyacağı günler için yetiştirmeye başlamışlardı bile. Kavramları sorgulamaya başlayarak iç dünyasına henüz ilk adımlarını atan bu toy hülya adamı, olgunlaştığında aşk ve ölüme karşı bakış açısını şöyle yansıtacaktı: “(…)bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hatta onlar benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir. İnsan zekâsının bu ikiz kanadı, hayat aynasında daima yan yana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne, kemale ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimize mal ettiğimiz zaman vasıl oluruz. Şiirin, sanatın tebessümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar, hakiki hayat, Hayyam’ın şiirlerindeki destiler gibi ölümün elinde yoğrulur, aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını bulduğu zaman yine ölüm onu ebediyetin kucağına atar.”2

Özellikle Antalya ve denizin, Tanpınar’ı şair ve romancı yapan en büyük etkenlerden biri olduğunu ‘Huzur’ romanındaki bahislerden de anlamak mümkündür. Hastane başındaki kayalar, güvercinlik ve deniz, roman kahramanlarından Mümtaz’ın hayatının köşe taşlarıdır.

Ahmet Hamdi’yi edebiyatımızın vazgeçilmezlerinden yapan, dile hâkimiyetini ve üstün sanat yeteneğini ortaya koyan, ‘güzel’e olan sevdası sonucu yazdığı Huzur romanıdır. Gerek olay örgüsü, gerek tahliller, gerek dil yapısı, ona hangi açıdan bakılırsa bakılsın dünya klasikleri arasında yer alması gereken bir şaheser olduğu açıktır ve Türk Edebiyatı’nın bugüne kadar yazılmış ‘en güzel’ romanları arasında, mihenk taşı ve gurur kaynağı diyebileceğimiz romanlarımızdandır.

Diğer usta muharrirleri, “Huzur’u nasıl övsek, nasıl anlatsak layık olur…” kaygısına düşürebilmeyi başaran bir yazarın, elbette uçsuz bucaksız bir iç dünyaya sahip olmasının yanında, çağdaşlarından farklı olarak bir de ilim ve kültür deryası olması gereklidir ve Tanpınar’ı Tanpınar yapan da zaten bu özelliğidir. Lise ve üniversitelerde uzun yıllar hocalık yapan Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, pekte birbiriyle örtüşmeyen ilim adamı ve sanatçı kimliğini bir arada taşımayı başarabilen nadir aydınlardandır. Zira üniversitelerde halen ders kitabı olarak okutulan ‘XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ eseri eşsiz bir bilgi ve kültür birikiminin enfes sanatsal üslupla kaynaşmasına verilebilecek en güzel örneklerdendir. Birol Emil’in sözüyle: “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, her satırında ilim ve sanatın birlikte yürüdüğü büyük bir terkip eseridir. Edebiyat tarihimiz sahasında belki pek az şey, bu kitabın bin sabırsızlıkla beklediğimiz ikinci cildinden mahrum kalışımız kadar telafisiz bir kayıp olmuştur.”

O, ne sadece ilim adamıdır, ne de sadece sanatçı, ne sadece doğuludur, ne de sadece batılı… Tek sıfatla nitelemek imkânsızdır onu, muhteşem sentezlerin yumuşak yüzlü adamıdır. Yalnızlığı değil, cemiyet içinde inzivayı tercih eder ve kendi kültürünü herkesten çok seven bir şarklıyken, aynı zamanda da herkesten çok bir batı hayranıdır. Bu, onun hayatının bir bölümünde yaşadığı karmaşanın göstergesi değil, ömrü boyunca savunduğu temel görüşüdür. Hiçbir zaman doğulu veya batılı olduğunu söylememiş, hep ikisini beraber kullanmış, her zaman hem garplı hem de şarklı olduğunu ısrarla vurgulamıştır. “Ağaç güneşte serpilir fakat toprağın derinliklerindeki kökü ile beslenir. İnsanoğlu kendi ferdiyetini bile ancak içinde yaşadığı cemiyetle idrak eder.”3 sözüyle cemiyete verdiği önemi ve sevgisini aksettirirken bu konuya da yeterince açıklık getirmiştir.

Nitekim genç yaşta şiirinin temeli de bu şekilde atılır. Bir yanda Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, diğer tarafta Valery, Gide ve Baudelaire onda şairlik ruhunu uyandıran isimlerdir. 1919’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girince kendini derinden etkileyen hocası Yahya Kemal sayesinde de divan şiirini ve musikiyi sevip, sonunda sanatsal bir ereğe yönelerek, biçimsel özelliklere; ölçü, uyak ve ahenge önem vererek şiirler yazar.

Şiirlerini belli bir kafiye örgüsüyle yazıp şiirde şekle önem veren şairlerdendir. Ona göre şiir: “Kanatlı söz” dür. Kelimeleri sadece yerli yerine oturtmak değil, “Onları plastik bir madde gibi eğip bükmek, yoğurmak, yani göz ve kulağa ait bütün unsurları form endişesinde kullanmak gerekir.” diyor ancak zamanının genç şairlerinden Orhan Veli ve onun tarzında yazanların lügat ve ifade zenginliklerine de hayranlığını gizlemiyor, onları takdir etmekten başka çaresi olmadığını biliyordu. Çünkü Türkçe’ye son derece vakıf olmuş bu genç şairler, şiirlerinde dilimizin en güzel yanlarını ortaya çıkarırken, kelimelerle satranç ustası gibi oynuyorlardı.

Bir konuşmasında: Şiir kendisi için, roman hayat ve insan içindir diyebiliriz… Şiir ‘ben’ in peşindedir. Ama o ben, ben değilim artık, benim bir halimdir… Şiir hülasa zamansızdır. Benim roman ve hikâyeciliğim belki de şiir için gerekli bu zamansızlığı temine yarar.”4 diyerek hislerinden, anılarından, düşüncelerinden roman ve hikâyeleri sayesinde kurtulup şiirlerinde serbest kaldığını söylüyor ve kısaca roman, hikâye ve şiirinin amacını açıklıyordu.

Dış dünyanın yalanından, düzen ve hilesinden şiir ve musikiyle uzaklaşıp hayatı boyunca aradığı ‘en güzel’e varmayı amaçlayan “bu güzel aşığı”, gönül adamı, elbette ki şehri İstanbul’a da âşıktı. Beş Şehir kitabında anlattığı beş şehirden ilk dördü kitabın yarısını işgal ederken, İstanbul’un tek başına diğer yarısını doldurması, bu aşkın belirtilerinden biriydi. Ve sevgisi asla yapmacık değildi. Fetih yıl dönümü hasebiyle yapılan kutlamalardan sonra fetih haftası geçince İstanbul’u unutup adeta bir kenara iten, tarihi eserlerine gerekli ilgiyi göstermeyen, ormanlarını yakıp kül eden, yüzlerce yıllık hatıralarımızı ve tarihimizi yalnızca kitaplarda yaşatan yapmacık sevgi gösterisi yapan zihniyetlere makalelerinde kızarak uyarıda bulunmasının bir şey değiştirmediğini görmek içini yakıyordu. O İstanbul’a gerçek bir sevgiyle bağlıydı ve bir akşam, bir boğaz köyünden Süleymaniye’nin, Fatih’in minarelerini pırıl pırıl yanar görerek bu güzelliklerin beş yüz seneden beri bizim olduğunu düşününce, fethi kendisi için bir kere daha kutlamış oluyordu.

İlim adamı, hikâyeci, romancı, şair ve kısa bir dönem milletvekili… Onun bir sevda adamı olduğu malum ancak kendi sanatkâr tanımına göre ne kadar sanatçıydı? “Hiç ihtiyar kadınların, ömürlerinde bir kere sevmiş olmanın gururuyla gözlerinin nasıl parladığına dikkat ettiniz mi? Benim için en büyük sanatkârlar, kendi mütevazı ve isimsiz ömürlerinde aşkın cennetini yaratmak suretiyle ölümü iradelerine muti edenlerdir.”5 diye tanımlamıştı sanatkârı zira.

Meşhur uzun cümleleriyle bizi yoran eserlerinin kapaklarındaki resimlerde hüzünlü gözleri ve yumuşak tebessümüyle bizlerle yaşamaya devam ediyor.

Ne içinde zamanın, ne de büsbütün dışında…

 
Mustafa ÇOLAK

 

Kaynaklar:

1: A. H. Tanpınar Biyografi sf.17 / Ümit Meriç,Selma Ümit Karışman / Etkileşim Yayınları
2: Yaşadığım Gibi sf.134
3: Yaşadığım Gibi sf.47
4: Varlık d. 536 15 Ekim 1960 / M. Menemencioğlu ile konuşma
5: Tasvir-i Efkar / Ocak 1941

 

20 Kasım 2012 Salı

DİRİLİŞ YOLU VE AKIMI

DİRİLİŞ’İ ANLAMAK VEYA “SEVGİ DEVRİMİ”

“Bilimsel bilginin kendine sağladığı avantajları kutsalla çatışmanın yolu haline getiren modern zihin, Tanrısal bağlarını tahrip etmekle kalmadı, bu tahribi oldukça sofistike yöntemlerle geliştirip kurumsallaştırdı: Modernizm.”1

Aklı, şükredilecek nimetlikten çıkarıp, tapılası bir put yapmaya ısrarla çaba sarf etmektedir modern insan. Ona göre, gerçek bilgi ve özgürlük akıldayken din, akıl dışılıktır. Ülkemizde böyle düşünen “yüksek mevkilerdeki azınlık” sadece kendi yozlaşması yetmezmiş gibi, gençleri de her an akıllarınca aydınlatmakta, onlara İslam’ın akıl dışılığını çeşitli sebepler öne sürerek ispatlamaya çalışmaktadırlar.

İslam adının terör, anarşi, kavga, kin, gericilikle aynı anlamda gösterilmeye çalışıldığı çağımızda, Sezai Karakoç’u anlamak ve anlatmak, onun, ismiyle özdeşleşen “Diriliş” inanç ve aksiyonunu ömrü boyunca anlatmaya çalışmasına benzer. Çünkü onun dirilişten kastı İslam’ın dirilişidir ve İslam, insanların büyük çoğunluğunun, hakkında az veya çok bilgi sahibi olduğu bir dindir. Bazıları İslam’ı çok iyi tanırken bazısı tanımaz, kimi çok iyi tanır ama anlayamazken, kimisinin İslam’la tanışmakla tüm hayat görüşü adeta allak bullak olmuştur. Sezai Karakoç’u da çok iyi anlayanlar ve onunla tanışarak düşünce dünyasına yepyeni açılımlar getirenler mevcutken, hakkında hiçbir malumatı olmayanlar da var.

Medeniyetlerin düşüş ve yükseliş dönemleri art arda gelir. Bu alçalış ve yükselişler anlık olaylar değil, belki yüzyıllar süren oluşumların sonucudur ve Karakoç’a göre İslam Medeniyeti’nin diriliş tohumlarının atıldığı çağ, bu çağ olmalıdır. Dolayısıyla o, hayatı boyunca İslam ile şereflenmiş her bireyin Diriliş eri olması gerektiğini, bu erlerin din düşmanlarının tabir ettiği şiddet yanlısı Müslüman profilinden çok uzak birer “Sevgi Devrimi” sevdalısı olduklarını ısrarla vurgulamıştır. Zira, “Diriliş yolu ve akımı, İslam’ın ruhundan, ilkelerinden, ahlakından alınan ilham ve aşkla, kendimizi yeni bir ‘ses’e kavuşturmanın yoludur. ‘Öfke’ yolu değil.”2 Diriliş’i anlamak İslam’ı anlamaktır, dolayısıyla hoşgörüyü, iyiliği, güzelliği yayacak bilinçli bir toplum inşası yolunda sesini yükseltmektir. Nitekim, “Sesin öfkeden ibaret olması insanlık için en kötü bir talihsizlik, sesi olmayıp sadece öfkesi olmak ise, aşağıya doğru en büyük düşüşüdür.”3

Öyleyse Diriliş’i daha iyi anlayabilmek için bu yolun ve akımın çıkış sebeplerini, yakın tarihimizin sayfalarına Sezai Karakoç’un perspektifinden bakarak özetlemeye çalışıp söze başlayalım.
 
TARİH MUHASEBESİ VE YENİDEN KURULUŞ OLARAK DİRİLİŞ

 
Birinci Dünya Savaşı ile Rönesans Avrupa’sının karşısında duran ve eski kudretli Asya’nın savunucusu olan Asya çöktü, yerine ikinci Asya, yani eski çağların karanlığındaki en eski Asya kaldı. Bunun karşısında Avrupa’nın köhne imparatorluk ve papalık kuruluşları yıkılarak yerine yeni bir Avrupa kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı ile eski dünya bitmiş, Rusya çarlığı devirip komunizm ile dirilmiş, Asya’nın büyük devlet kudreti yerine yığınların Asya’sı ortaya çıkmış, Avrupa ise son kalıntılarından silkelenip kendini büsbütün tabiata bırakmış ve bu doğal güce tapınmasından dolayı faşizm doğmuştu.

 
Savaş sonrasında bütün yeni kuvvetlerin büyümelerinin karşılaştığı anda İkinci Dünya Savaşı oldu. Henüz toy olan komunizm, faşizm ve kapitalizmden birini ortadan kaldırmak için diğeriyle anlaşma yapmalıydı -gelenekleşmiş Rus politikasıyla.- İlk olarak bunu faşizmle denedi fakat vazgeçerek kapitalizmle anlaştı çünkü kapitalizmde de eşya, insandan önce geliyordu faşizmin insanı putlaştırmasının aksine.

 
İkinci Dünya Savaşı teknoloji savaşı olduğundan diğer kıtaların uykularından kalkmalarına neden olmuştur. Bu noktada Karakoç 1970 yılında Diriliş dergisinde yazdığı yazısında sekiz tane can alıcı soru sorarak yanıtlarını verir ve bu soruların cevaplarının geleceği şekillendirecek en önemli faktörler olduğunu ekler. Bunlardan bazıları: “Dünya bütünüyle bir yeniliğe ve değişikliğe gitmekte midir? Doğan yeni bir dünya, lider miti ve eşya kültü dışında insanoğluna yeni bir aşk ve inanç getirecek mi? Eski dünya ile yeni dünya ve eski uygarlıkla yeni teknik arasında en önemli yeri tuttuğuna şüphe olmayan İslam ülkeleri ve medeniyeti yeni bir canlanma gösterecek mi, yoksa büsbütün düşmanlarının kurbanı olmakta devam mı edecek?”4

 
Amerika’da özgürlük ve hak kavramlarını eski haliyle anlamayı tercih edenler ile yenilemek ve geliştirmek taraftarları arasında belli belirsiz de olsa savaş başlamıştı. Bu savaşta başkan da kurban veren Amerika’yı bunalımlar, şüpheler, bocalamalar sarmıştı. Ve bu kaygıların meyveleri olan Amerikan gençliği tarihinden kopmuş, yepyeni bir insan yaratma arzusuyla tam bir çözülüş içinde kıvranmaktadır. Amerikan gençliği, insanlığın kendinden intikam alması korkusuyla, vicdan azabından da kurtulmak isterken tam kayıtsız hale gelmiş, buna karşı Avrupa gençliği insanlığa hükmetme avantajını kaybetmekten ötürü hiddetle etrafını kasıp kavurarak kendini tatmin etme yolunu seçmiştir. Komunist ülkelerde bu hareketlenmelerin görülmemesi sorunların çözümlendiğinden değil, rejimin katılığından gençlerin isyan etmeyi akıllarına bile getirmeye cesaret edememesindendir. Bu ülkeler için durum çok daha vahimdir. Çünkü; “Komunizm, insanı iyice maddenin kölesi yapmak isterken ruhunu yaraladı ve sakat bıraktı.”5

 
İslam ülkelerinde ise maalesef taklit hastalığı son birkaç yüzyıldır devam etmekte. Hiçbirinin hakikatını anlayamadan batı ülkelerine özenen bir aydın sınıfı doğmuş, kifayetsiz devrim ve ihtilaller ülkeleri bitirmenin eşiğine getirmişlerdir. Ön yargılar kanunlarla güçlendirilmiş, yerli düşünceler eleştiri bile yapmaya izin vermeksizin yasaklanmıştır. Her alanda devlet ve toplum dışarıdan yönlendirilmektedir. İşte dünyanın en mağdur ülkeleri bu ülkelerdir. Bunlarda diğer ülkelerden farklı olarak problemi ağırlaştıran bir hususta, aydınlar ile halk arsındaki beslenmeden kıyafete, geleneklerden törenlere ve inançlara kadar uçurumlar oluşmasıdır.

 
Ancak son elli yılda ideolojik faaliyetlerin oluşturduğu yeni ortamda, aydın-bürokrat tabaka ideolojik planlara yaklaşmış, halkta yavaş yavaş aydın kesimine yaklaşmaya başlamıştır ve toplum temelden kaymıştır. Bunalımın kaynağı olan bu kayış ile yeniden kuruluş meşaleleri yakılmaya çalışılmaktadır fakat kaymayı durdurma ancak ve ancak tarihi bir muhasebeden sonra insanlığın, hakikat dirilişi için araştırma aşkına, öğrenme tutkusuna, erdem ve fedakarlık çilesine kavuşmasıyla, yani yeni bir diriliş nesli birikimiyle mümkündür.

 
Batı ve batı özentileri, İslam Medeniyeti’nin battığını ve bir daha asla kendine gelemeyeceğini sanmaktadırlar. Kapitalizm ve Marksizm’den başka yol olmadığını ve tüm insanlığın bu iki yoldan birini seçerek kurtuluşa erebileceklerini, gerçek özgürlüğü insanlığa ancak bu yolların vereceğini düşünüyorlar. “Batı dünyası bize nasıl özgürlük verecektir ki, o özgürlüğü elimizden alan onlardır. Özgürlük verilen bir nesne değildir, içimizdeki şahsiyet duygusunun tabiî olarak gelişiminin yemişidir.”6

 
ÖZGÜRLÜK VERİLEN BİR NESNE DEĞİLDİR”

 
Batı’ya ve Batı’nın doğurduğu her türlü ideolojiye karşı olan Karakoç, insanlığın kurtuluşunun ancak ve ancak İslam Medeniyeti’ni diriltmekle mümkün olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Henüz doğum aşamasında olan bu diriliş oluşumu ise bir anda değil, yıllar içinde büyüyecek, yetişecek ve olgunlaşacaktır. Diriliş nesli tarihini çok iyi bilecek, nerede ne yanlış yapıldığını iyi tespit ederek doğruyu araştıracak, tarihin neresinde olduğumuzun ve nasıl durduğumuzun ayrımına varınca toplumlar arasında nasıl bir “durumalış” ile varlığının büyüyerek devam edeceğine karar verecek ve hakîkat için koşan nesil, doğumunu tamamlamış olacaktır. İşte bu kendisine koşulan hakîkat, insanı özüne, yani ruhuna döndürerek diriltecek, kendini artık tanıyan, ruhunun derin labirentlerinin sonuna varan insan, özgürlüğü hiç kaybetmemecesine kazanacaktır.

 
Özgürlüğü yitirmeme veya daha doğrusu kazanma savaşı, önce yürekte başarılır. Bu savaş ruhta kazanılır. Savaşın maddi yüzü, bir sonuçtur. Maddi savaşı ruhi savaştan öne almak, her şeyi yitirmeye sebep olabilir. Toplum, önce soğuk kanlılığını korumalı, yıkıcıların çağırdıkları çatışmalardan uzak durmalıdır. Bir ağaç gibi sessiz ve yavaş büyümeli ve vakti gelince bu büyümeye engel olan, granitten de olsa, kendi kendine parçalanmaya itilmeli. Özgürlüğün ve bağımsızlığın kendini koruma yöntemi budur.”7

 
Özgürlüğü Batı doktrinlerinde aramak, insanın varoluş sebebini unuttuğuna en büyük delildir. Çünkü kaybeden arar. Çağımız insanı kendini kaybetmiştir, özgürlüğü arıyorum sanarken kendinden iyice uzaklaşmakta, yani kendinden kaçmaktadır. Oysa kendi içine, ruhunun mayasına işlenmiştir özgürlük. Kaçmasaydı, kendi olmakta direnseydi, insan ve toplum bir şey kaybetmemiş olacak, ezelden(varoluş evet’iyle) özgürlük andını çoktan bulmuş, bu yana kadar korumuş, ebede kadar da götürüyor olacaktı. Bu ant unutula geldiğinden insan, yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına düşmüştür. Bu andı tekrar diriltme görevi, ruhlardaki bilinç ve inanç savaşlarından galip çıkan insanların, yani diriliş erlerinin görevidir.

 
Diriliş erinin bu ödevi, karanlık bir odayı aydınlatan mumların ödevi gibidir.8 Mum tek başına bir odayı aydınlatamayacağının şuurunda, ışığını diğerlerininkine katacak ve birlikte odayı aydınlatacaklardır. Bu aydınlıkta(medeniyet), kendi kendinin eriyip tükendiğini görecek, fakat bu tükenişin kendi varolma sebebi olduğunun idrakında, bitene kadar yanmayı vazgeçilmez ödev bilecektir. Hakikat toplumu varsa o vardır. Toplum ve toplumun doğma umudu yoksa, uzakta bir yerde, ateşi titreye titreye yalnız kalıp zamanla boşu boşuna sönüp gitmesinden şiddetle korkacak, gerçek özgürlüğü toplum için yok olmakta bulacaktır.Ve diriliş toplumu da aynı diriliş eri gibi kendi varlığını hakikat için yok etmekte özgürlüğünü bulan bir toplum olacaktır. Onun için en büyük mutluluk ve şeref budur. Mum misali ağırlıklarını atarak kendinden(kıskançlık, çekememezlik, öc, hak teslimsizliği…) kurtulmayan insan, kendini(sonsuz ve mutlak hakikatı) bulamayacaktır.

 
“Ben”den vazgeçmeyen insan, özgürlüğünü asla kazanamaz.

 
BİR İSLAM SİTESİ İNŞASI OLARAK DİRİLİŞ

 
Evet, insan, yine insanın tanrılaştırdığı eşya veya insanın kölesi olarak kesinlikle özgür olamaz. “İnkar tutsaklık, inanç özgürlüktür.”9 Bu özgür insan ve toplumun bir sitesi olmalıdır. “Diriliş Neslinin Amentüsü”nde Karakoç’un uzun uzadıya anlattığı sitenin toplumu, yalnızca inancı için konuşup, gerisini her türlü kötülüğün tezahürü olarak gören, insanı salt ruh olarak anlarken ruhunu da Allah’a ulaştıran bir tapınak olarak bilen toplumdur. Aşk, mana, menzil, gaye, düşünce, varoluş, sanat, estetik, şiir, her şey ona ilişkin olduğu için vardır diriliş sitesinde. Dava, ilk peygamberden son peygamber efendimize kadar ve oradan da velilerle devam eden hakikat davası, hep fizikötesini işaret eden davadır ve bu dava sahiplerinin sitesini yönetecek olan kurallar, peygamberlerin getirdiği kurallardan başkası değildir.

 
İslam sitesinde sağcılık ve solculuk batılının tanımladığı gibi değil, Kuran’ın tanımladığı anlamda gerçek sağcılık(uğurlu topluluk) ve gerçek solculuk(uğursuz topluluk) olarak kabullenilmiştir. Ekonomi, amaç değil araç, toplum varlığının nedeni değil, etkenlerinden biridir. Toplum varlığının esas sebebi inançtır. Aksine kapitalizmde kıymetlerin ölçüsü para, komunizmde eşya iken aralarındaki fark; birincisinde yarışma, ikincisinde paylaşmanın ön planda olmasıdır.10 Batılı ve Komunist, her zaman başkalarının ne kazandıklarına bakarken Müslüman, “acaba başkasının hakkı geçti mi” diye hep kendinden şüphelenmektedir. Onlarda eşya ulaşılacak son nokta, bizde ideale vardıran vasıtadır. Ve İslam sitesinde özümsenen ölçü erdem(fazilet) olduğundan, kapitalist ve komunist zulüm sitelerini yıkmak, toplumun borcudur. Anarşizm ve terörizm bu siteye asla giremeyeceği gibi nihilizm de bu eylemlerin felsefesi olabilir.

 
Lüksün haram, israf ve gösterişin yasak oluşu ile zengin ve fakir arasındaki yaşam farkı en aza indirilirken, faizin yasaklanışıyla emeksiz kazanç kalkmış, kazancın emeğe dayanması prensip haline gelmiştir. Zekatın zorunluluğu ile insanın çalışma zevkini kırmayacak miktarda sürekli olarak zenginden fakire iktisadi döngü sağlanmıştır. Devlet zenginin bekçisi olmadığı gibi, herkesin malını alıp istediği gibi tasarruf eden, eli kolu bağlı bir halkın başındaki dev de değildir. Devlet, eşitliği ve verimi sağlamaya uğraş veren fakat her an tenkit, boykot ve kontrol edilebilen bir kadro olmalıdır.

 
Devlet, çağımızda kimi ideolojilerin kurbanı oldu. Bunlar, devleti, insanların mutluluğu için kurulmuş bir ulu ve kutlu kuruluş, insanlık ve toplum ruhuyla uyumlu bir yüce düzenleme gibi değil de, robot kitleleri istenen yöne götürmek için kullanılan bir zulüm aracı olarak kullandılar. Çağımızda insanlığın çilesi, bu yoz devlet ve toplum, çığırından çıkmış medeniyet ve insanlık anlayışında yatıyor.”11

 
İslam toplumunun nasıl bir toplum, davanın nasıl bir dava olduğundan kısaca bahsedip, toplumun bu dava yolunda uyması gereken kuralların ve devlet anlayışının, diğer ideolojilerden nerelerde ayrıldığına ve nasıl hepsinden üstün olduğuna ana hatlarıyla değindik. Sezai Karakoç, onlar ne kadar çok ve hileli çalışırlarsa çalışsınlar, hakikatın ergeç meydana çıkacağına tüm yüreğiyle inanmış ve ona bu inanç, ömrü boyunca ilham kaynağı olmuştur. Tüm samimiyetiyle yazılarında ve konferanslarında, “İslam’ın, dünyanın en tabiî ve en orijinal rejimi olarak, komunizmden olduğu gibi kapitalizmden de ayrı, ikisinden de karşılaştırılmayacak kadar üstün, tek ve mutlak hakikat görüşü”12 olduğunu haykırmıştır.

 
Diriliş eri, barış yanlısı olmasıyla beraber gerçek barışın sağlanması için en savaşçıdan daha savaşçı, en radikalden daha radikaldir. Kelimelerin dış manalarına takılmamanın, ön yargıları yok ederek, her türlü fikre açık bir şekilde, bilgi aşkının sonucunda ortaya çıkan sitenin işçileridir diriliş erleri. Büyük İslam inancına sahip bir uygarlığın nasıl bu duruma düştüğünü iyice araştırıp, Doğu ve Batı’nın tüm bilginlerini, “Hakikat müminin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır.” hadisinden yola çıkarak okumuş, kendine çeki düzen vermiş, Doğu’yu ve Batı’yı en ince ayrıntılarına kadar tanıyan erler, erenlerdir. Maddiyatı ve maneviyatı bir çizgi üzerinde götürmeyi başarabilen, ne maneviyatın çizgilerini darlaştıran, ne de maddiyatın çekiciliğine hapsolmaya gidip materyalizme saplanan, istikametini şaşmadan yürümeyi bilen ve Doğu ile Batı’yı da karşılaştırırken bu halini bozmayanlardır.

 
SONUÇ: “BİR İSLAM HARİTASI” İÇİN “İTİRAF”

 Cebelitarık’tan Cava adasının sonuna kadar sınırlarda tel örgü olmadan uzanan, Abadan, Musul, Kuveyt ve Uhut petrollerinin tek boruda toplandığı tek devlet, Nil boyu, Maveraünnehir, Konya Ovası ve Pencap bölgesi baştan başa ve bereketle ekili; yemyeşil, Karabük’te olduğu gibi, her köşesindeki bacalarından tüten mesut dumanlardan yükselen ideali; Mekke, Medine, İstanbul, Bağdat, Şam, Halep, Kahire, Tahran, Semerkant, Tunus, Fas, Cezayir, Nijerya ve Pakistan üniversitelerinden yükselen ile aynı ideal. Aynı ilim ışığıyla aydınlanmış gençlerden en ücra köşelere kadar yayılmış idareciler kadrosu ve teknisyenler ordusuyla, tüm ülkeyi örümcek ağı gibi saran demiryolu ve tek çizgi asfaltı, mesut kadınları, sıhhatli çocukları, çalışkan erkekleri, gazeteleriyle tek asıl hakikatin başka açılardan alınmış fotoğrafı, bu manzaralardan örülü nûrânî orman, başka kültürlere karşı başı dimdik bir kültür ve bütün geyikler ile av kuşlarının, dışarıdaki vahşi deliliğin elinden kaçarak sığındığı emin ülke: İslam ülkesi. “Dirilmiş bir gençlik, aydınlık bir gelecek, altın bir şimdiki zaman. Size bir harita açtık. Bir rüya haritası. Gerçekleştirilecek tek rüya.”13

 
Çağımız insanı hep bir kaçış halinde, kendinden ve gerçeklerden. Oysa bir itirafla başlayacaktır ruhun dirilişi. İnsan, kendi kendine sadece suçlarını değil, ruh tembelliğini, çalışmaktan kaçışını da itiraf etmeyi öğrenmelidir. Papaza günah itiraf etmek, insanın kendi kendisiyle hesaplaşmaya cesaret gösterememesinden ötürü doğan ruh gerilimini gidermek içindir. İnsanın kendiyle hesaplaşması “en güç” şeydir. “İtiraf bilincine ermek, insan için, en zor varılan bir kişilik durumu, en çetin bir ruh yüceliği verimi, en güç kazanılan bir durumalış özelliğidir. İtiraf, bizzat yaşamaya öz eleştiri dinamiğini katmak demektir.”14 İtiraf, ruhun yaralarını ve çirkinliklerini teşhir etmek değil, aksine sırlarına bir saygınlık kazandırmaktır. İtiraf bir hastalık değildir, sonsuz hayata açılacak bir kapı olan dünyada, kendini sonsuza hazır etme egzersizidir dolayısıyla tam manasıyla sağlıktır. Ve“Suçunu kendine itiraf edecek kadar bilmeyen insan, onu hiç bilmiyor demektir.”14 İnsan kendini, kendine itiraf aynasından bakmakla tanır.

 
Diriliş atılımının başlangıcı itiraftır ve tek kişinin itirafı olduğu gibi, toplumların, insanlığın da itirafı vardır. İnsanlığı kurtaracak yola ilk adım, itiraf adımıdır. İnsanlık, vahiyden, peygamberlerden uzaklaştıklarını itiraf etmedikçe dünyadaki cehennem hayatı sona ermeyecektir. Çağımızda uygarlık diye sarıldığımız şeylerin çirkinliklerini, barbarlıklarını, gerçek çehrelerini ve geçmişin hakikatlerini diriltme zamanı geldiğini itiraf etmemiz gerekmektedir. Yeni denilenin hiçte yeni olmadığını, asıl yeninin eski denilen olduğunu görüp, sarılmalıdır insanlık.

 
“Hakikat aşınmaz. İpekten yumuşaktır hakikat, ama çelikten de, elmastan da, platinden de serttir. Onların aşındırmak için yaptıkları, sonunda hakikatın daha iyi ortaya çıkmasına yarayacaktır. Ve hakikat erlerinin çalışmalarına Allah’ın verdiği zafer bir gün gerçekleşir, ölüm ve batım günleri sona erer, Diriliş günü gelir.”15

 
Diriliş erinin bilmesi gereken şey; “Güneşin doğmasını sabırsızlıkla bekleyen insan, uykuda kalmaktan korkuyorsa, bütün geceyi uykusuz geçirmeyi göze almalıdır.”16

 

Mustafa ÇOLAK


Kaynaklar:

1: Mustafa Köneçoğlu, Modern Yazı Bağlamında Dil-İnsan Ya Da Yazı’nın Beşerileşmesi, Hece, sf.37, Sayı:135, Mart 2008
2: Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II Sevgi Devrimi, s.137, Diriliş Y., İst.2007
3: Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II Sevgi Devrimi, s.129, Diriliş Y., İst.2007
4: Sezai Karakoç, Çağ ve İlham I Metafizik Gerilim Şartı, s.18, Diriliş Y., İst.1999
5: Sezai Karakoç, Varolma Savaşı, s.16, Diriliş Y., İst.2003
6: Sezai Karakoç, Çağ ve İlham I Metafizik Gerilim Şartı, s.101, Diriliş Y.,İst.1999
7: Sezai Karakoç, Çağ ve İlham III Yazgı Seçişi, s.64, Diriliş Y., İst.1998
8: Sezai Karakoç, Diriliş Muştusu, s.40, Diriliş Y., İst. 2003
9: Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü, s.8, Diriliş Y., İst.2005
10: Sezai Karakoç, İslam, s.79, Sitemizde Eşitlik, Diriliş Y., İst. 2005
11: Sezai Karakoç. Çağ ve İlham IV, s.51, Toplum ve Devlet, Diriliş Y., İst 1996
12: Sezai Karakoç, İslam, s.84, Diriliş Y., İst.2005
13: Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s.136, Bir İslam Haritası, Diriliş Y., İst.2000
14: Sezai Karakoç, Yazgı Seçişi, s.103, Diriliş Y., İst.1998
15: Sezai Karakoç, Metafizik Gerilim Şartı, s.30,31, Diriliş Y., İst.1999
16: Sezai Karakoç, Sevgi Devrimi, s.125, Diriliş Y., İst.2007

16 Kasım 2012 Cuma

KARGA KOVUCULARA


Bunalım sayfalarda güzeldir. Gerçek hayat bunalımı kaldıramayacak kadar hafiftir.

Ne kadar bunalımda olduğunu zannetsen de eğer bu zamana kadar intihar etmediysen, bu, her zaman hayatı yaşanmaya değer bulduğundandır.

Hayatla dalga geçen ve her fırsatta hayatın saçmalığına dem vuran insanlara baktığımda bunu sadece yazılarında veya bazı konuşmalarında yaptıklarını görürüm. Yaşamları, küçümsedikleri diğer insanların yaşamlarından farksızdır. Hatta kendileri daha da gömülmüşlerdir yaşam oyuğunun içine. Karşı çıktıkları tüm sistemlerin köleleridirler. İnsan kendini kandırmayı ne çok seviyor! Ve insan, tutunamadım diye diye hayata bir yerlerinden tutunmak için ne çok çaba sarf ediyor!

Tüm bu vaveylâlardan sonra şöyle bir etrafıma göz gezdirince, gece yarısı bir mezarlığın kenarında çöküp kalan erkeğin gözlerindeki hüzün, söylemek istediklerimi hissettirdi bana. Anlarım; söz dinlenmez ve söylenemez, söz sadece hissedilir.

Yaşamdan herkes farklı şekilde tat alır. Akşam üzeri ıssız bir tren garında yalnızlığını damarlarında gezindirip mısralar düşen adamla, elindeki poşetle kendisini üç çocuğun beklediği eve ekmek götüren adam arasında hayatın içindelik-dışındalık noktasında hiçbir fark yoktur. İkisi de kendi hayatlarının tam ortasında yerlerini almışlardır.

Önemli olan, zaman kavramının, iki adamı da derinden acıtmasıdır. Zamanın geçişini belli bir tecrübeyle kavramış insan, kendini yaşama teslim etmiş insandır. Bunu kavramadan önceki dilim, mücadele dönemi, sonraki dilim, tam manasıyla teslimiyet dönemidir. Zaman, kendisini anlayan insana çok şey öğretir!

Karga kovucu gibi çevremdekileri yakınıma yanaştırmadığım, bunalımı son haddinde yaşadığımı ve benden ötesini kimselerin yaşayamayacağını zannettiğim o gülünç yıllar da bana çok şey öğretmiştir mutlaka. Fakat şu an onlara gülünç dememin sebebi, zamanın akışını izlemeyi öğrenmiş olmamdır.

Kendini karanlık odalara hapsedip, sigarasından çıkan şekilli dumanları seyreden bunalımkolikler şunu unuturlar: Hiçbir şeyden zevk almamak da bir zevktir ve tüm zevkler gibi geçicidir.

Bu hayatta hemen herkes kendi istekleri dışında yaşar. Çünkü yaşam, kendi isteğimiz dışında bize verilmiştir. O halde yaşamdan, senin isteklerini karşılamasını beklemenden daha saçma bir şey yoktur.

İnsan, hiç uyanmasa uykunun güzel bir şey olduğunu anlayamazdı.



Mustafa ÇOLAK
  edebifikir.com

12 Kasım 2012 Pazartesi

OKUMA NOTLARI

 
-Fernando Pessoa-
Birden, yapayalnız kalıyorum dünyada. Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım.

Görmek, uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek, yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle aramdaki boşluğu bile algılıyorum.

Çocukluğuma dönüyorum, sırtımda gecelik, elimde doğru dürüst yanmayan bir kandil, kocaman, ıssız bir evde yürüyorum. Canlı gölgelerle kuşatılmışım -yalnızca gölge bunlar, donup kalmış mobilyaların, yanımdan yürüyen ışığın kızları.

Aynı gölgeler burada, güneşin altında da sarıyoru dört bir yanımı ne var ki sapına kadar gerçek insanlar bu seferkiler…

Huzursuzluğun Kitabı, S. 97-98

 
-Fernando Pessoa-
Bir roman kahramanı, okunmuş bir hayat olup çıktım. Hissettiğim her şey, sadece ve sadece (bütün çabalarıma rağmen), yazılmak üzere hissediliyor. Ne düşünürsem anında kelimelere dökülüyor, imgelere karışarak bozuluyor, belli ahenklere kavuşuyor, ne var ki o ahenkler de çoktan başka şeye dönüşmüş oluyor.

Kendimi durmadan silbaştan kurgulamaktan mahvoldum. Kendimi düşünmekten düşüncelerim haline geldim, ama artık ben değilim. Kendime iskandil salladım, sonra iskandili bırakıverdim elimden; ömrüm, derin miyim, değil miyim diye düşünmekle geçiyor, ama artık bakışlarımdan başka iskandilim yok, baş döndürücü bir kuyunun kara aynasında, kendi yüzümü gösteriyor bana bakışlarım, yüzü onu seyretmemi seyrediyor.

Huzursuzluğun Kitabı, S.196


-Fernando Pessoa-
Bazen hüzünlü bir hevesle, günün birinde, bir parçası olmayacağım bir gelecekte bu sayfaları beğenenler çıkarsa, nihayet beni “anlayan” birine, içinde doğup sevebileceğim gerçek bir aileye kavuşmuş olacağımı düşlerim. Ne var ki, doğmak şöyle dursun, o zaman çoktan ölmüş olacağım ben.

Günün birinde, yüzyılımızın oldukça büyük bir bölümünü yorumlamayı görev bildiğim –hatta doğuştan gelen bir özellik diyebilirim buna- ve bu işi herkesten iyi yaptığım anlaşılacak; ve gün, kendi zamanımda anlaşılamadığım, ne yazık ki kayıtsız ve soğuk insanların yaşadığım yazılacak, başıma gelenlere ah vah edilecek. Ve bütün bunları yazan kişi, kendi zamanında yaşayan ya da şimdi etrafımda olan benim gibi insanları anlayamamakla büyük bir günah işlemiş olacak. İnsanoğlu ancak, çoktan göçmüş dedelerinin işine yarayacak türden şeyler öğrenir. Hayatın gerçek kurallarını ancak ölülere belletmeyi biliriz.

Huzursuzluğun Kitabı

-Fernando Pessoa-
Razı olmak boyun eğmeyi ifade eder; öte yandan yenmek razı olmak demektir, dolayısıyla ucu yenilmeye çıkar. İşte bu yüzden her zaferle insan biraz daha bayağılaşır. Galipler, onları savaşmaya, zafere götürmüş olan yorulabilme yetisini, bugünün karşısında yitiriverirler. Hallerinden memnundurlar artık, oysa insan ancak bir şeye razı olursa, galiplerin zihniyetine sahip değilse memnuniyet duyabilir.

Yenmeyi bilenler, hiç yenmemiş olanlardır. Güçlü olan, kendi cesaretini durmadan kırabilendir. En iyisi, en soylusu vazgeçmektir. En yüce imparatorluk, normal hayattan, başkalarıyla görüşmekten vazgeçen, üstünlük kaygısını sırtında bir mücevher sandığı gibi hissetmeyen, altında ezilmeyen bir imparatorun hükmünde olandır.

 Huzursuzluğun Kitabı
 
 
 
-Fernando Pessoa-
29 Mart 1930
Gençlerin çoğunun Tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı’ya inandığı gibi, yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum. Ve insan ruhu, düşünmek yerine hissettiğinden, bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden, bu gençlerin çoğu Tanrı’nın yerine insanlığı koydu.

Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle Tanrı’yı onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama İnsanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı varolabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. İnsanlık kültü, Özgürlük ve Eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep.

Tanrı’ya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında, Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere, her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu?

Huzursuzluğun Kitabı