27 Ocak 2012 Cuma

BAŞLANGIÇSIZ YOLUN SONU (İKİNCİ BÖLÜM)

Gözyaşlarını silerek doğruldu genç adam. Yalnızlığı, biçareliği hiç bu kadar derinlemesine hissetmemişti. Ve manzarayı en güzel yerden gören tepeden indi. Koşarcasına iniyordu. Kaçıyordu bu kendine cevap vermeyen huzurlu insanlardan. Işığa dönüp bakmak aklına gelince kendinden nefret ediyordu. Belki bir gün dönecek olsa da şimdi asla dönüp bakmayacaktı. Bakarsa; dönüp geleceği o günün hiç gelmeyeceğini iyi biliyordu ve uzaklaşıyordu.

Karanlık ormana güç bela attı kendini. Tepeden uzaklaştıkça ışık azalmış, ormana girince büsbütün karanlık kaplamıştı her yeri. Heyecan ve ümitle karışık garip duygu, yerini korkuya bıraktı. Karanlıktan hep korkmuştu. Nedenini bilmeden ve düşünmeden, sadece korkmuştu. Bir an duraksadı. Geri mi dönmeliydi? Hayır; gitmeli, insanların arasına karışmalı, bir şeyler öğrenmeliydi. Herkesten, o tepeye varıp ışıkta kaybolan onca insandan daha çok şey bilmeliydi. Her şeyi bilmeliydi! Görerek, tadarak, hissederek, yaşayarak öğrenmeliydi. Kimseden de yardım istemeyecekti, ne yapacaksa kendi yapacak, neyle karşılaşırsa karşılaşsın; kendisinden başkası üstesinden gelmeyecekti. Buna asla müsade etmeyecekti! Ama korkuyordu. Önce korkusunun üstesinden gelmeliydi o halde. Ve daldıkça daldı karanlık ormanın derinlerine.

Saatlerce koşmuş, yoruldukça yavaşlayarak dinlenmiş ama hiç durmamıştı. Nihayet kente vardı. Ne kadar süre ormanda kaldığını bilmiyordu ve hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Bir an önce insanlarla tanışmalı ve kendine, kendi istediği şekilde bir hayat kurmalıydı. Önüne çıkan ilk adamı görünce koşup boynuna sarılmayı istedi, yapamadı. Ona şehrin merkezine nasıl gidileceğini sorup yol tarifi almakla yetindi. Yüzü gülüyordu. Etrafı izliyor, sağından solundan geçen normal insanlara özlemle bakıyordu. Onlar da ne olduğunu anlamaya çalışarak bakışlarına bazen karşılık veriyor, kimiyse gülümseyerek selam veriyordu. İnsan olarak tanınmak, hesaba alınmak müthiş bir duyguydu. Gelene geçene "merhaba" dedi gülücükler saçarak. Sonra açlığını hissetti. Ve bunu gidermek için parası olması gerektiği aklına geldi.

Bulaşıkçılık, temizlikçilik, garsonluk, hamallık, ne iş bulursa çalıştı. Bir yerde işe başlıyor, işi beğenmeyip kısa sürede başka iş buluyor, bu kez çalışma arkadaşlarıyla anlaşamayıp bir başka iş aramaya başlıyordu. Çalıştığı yerde de patronuna kalacak yeri olmadığını söylüyor, ya depoda, ya da patronun bürosunda geceliyordu. Bu patrondan patrona değişiyor, bazen; "Sana iş veririm ama kalacak yer ayarlayamam" cevabını aldığında sokakta kuytu köşelerde ya da deniz kenarında boş bir kayıkta sabahlıyor ve çaktırmadan, kalacak yer verecek başka iş arıyordu. Annesini, babasını, memleketini soranlara bir şeyler uyduruyor, hatırlayamadığı bu çok uzak geçmiş, açıkçası onu artık pek ilgilendirmiyordu. Geçmişin; geçmişi olanlar için asla geçmeyeceğini belki daha sonra öğrenecekti...

Böylece istediği gibi yaşayıp, istediği hayatı kurma çabalarıyla birkaç yılı devirmiş, bu sürede istediği şeyleri de hiç yapamamış ancak epey çevre edinmiş ve başına gelen o garip olayı da pek hatırlamaz olmuştu. Ara sıra o gizemli tepede yaşadığı yıllar aklına gelince hızla bu düşünceyi uzaklaştırıyor, yeni hayatına sıkı sıkı bağlanmak için elinden geleni yapıyordu. Bu elinden gelenler ise; iş arkadaşlarıyla günlük yaptığı muhabbetler, patronun kendinden ne kadar memnun olduğu, parasını nasıl ve nerede harcasa daha güzel olacağı ve son zamanlardaysa; hoşlanmaya başladığı kıza nasıl açılması gerektiği gibi düşüncelerden ibaretti.

Sonra bir şeyler oldu ve yolları kesişti o kızla. Tanıştılar, arkadaş oldular, uzun zaman birlikte güzel vakit geçirdiler. Bu vakitler kız için gerçekten güzel ve mutluluk vericiydi ancak genç adam için aynısı söylenemezdi. Bunun için mi korkularıyla yüzleşerek karanlık ormanlar geçmiş, cennet gibi güzelim yeri terk edip kente gelmişti. “Bu da değil” diyordu içinden; “Bu da değil…” Bu sözü, edindiği birkaç dost, gördüğü birkaç güzel yer, yaşadığı birkaç ilginç olaydan sonra da söylemişti ve daha çok söyleyeceğe benziyordu. Peki ne?
Kızla yollarını ayırarak farklı kentlere gidip farklı insanlarla tanıştıktan sonra başka bir kızla daha yakınlaştı. Sonra bir başkası ve bir başkası daha… Çok şey öğrenmişti insana ve hayata dair. İnsanın ne olduğunu ve hayatın nasıl bir bilmece, ne tür bir oyun olduğunu tam manasıyla öğrenemiyor ve iğreniyordu her şeyden. İnsanlara bir çeşit küçümsemeyle bakıyor ve aradığının onlarda olmadığını artık biliyordu. Yaşadığı her tecrübede bir şeyleri yakaladığını sanarak ümitleniyor, sonunda tüm bildikleri tuz buz olup dağılıyordu. Peki ne? Eksik olan ne? Bunu, o tepede ışık olup yok olanlardan başkasının bilemeyeceği açıktı fakat onlar kendisine cevap bile vermeye tenezzül etmemişlerdi. Peki, onlar kime sormuşlardı? Sormuşlar mıydı?
Kadınlar makyaj ve kıyafetlerine bir ton para harcayıp bedenlerine taparken, erkekler de ya kendi bedenlerine tapan bu kadınlara ya da onların kendilerine tapmaları için paraya tapıyorlardı. İşte önünde akıp giden ve içine bir türlü giremediği hayat bundan ibaretti. Kendi düşündüklerine benzer şeyler düşünen tek tük kişiler de vardı ama onlar da kendi dertlerindeydi. Herkes kendi derdindeydi aynı kendisi gibi. O halde onlardan hiçbir farkı yoktu ve kimsenin kimseden farkı olmadığının ayrımına vardı. İşte bir şey daha öğrenmişti, ne işe yarayacaksa(!)
Dönüp geriye baktığında istediği yaşamı hiç kuramadığını ve kuramayacağını gördü. Aslında ne istediğini de bilmiyordu ki… İnsanlar arasına karışma isteği içinde uyandığında, sanki neden bunu istediğini biliyor muydu? Başladığı noktaya geri döndüğünü hisseti; hiçbir şey bilememe hali… Değişen tek şey; gözlerindeki arayış heyecanının yerini hüzün almıştı.
Bildikçe bilgisinin eksikliğini daha bir anlamış ve tüm bildiklerini de öğretmensiz, kitapsız öğrendiğini fark etmişti. Ona bildiklerini öğreten, ışığa olan inancıydı. Ondan bilinçsizce kaçarken bile bir gün ona geri döneceğini biliyor, sadece şimdilik kaçması gerektiğini hissediyordu. İradesi, içinden düşüverdiği ışığın iradesine bağlıydı ve ona huzurla gelen tüm insanlar, aslında gelmiyor, yine onun iradesiyle getiriliyordu. Şimdi bu büyük iradeyi tüm benliğiyle hissetmiş, isteklerinin belli bir noktadan sonra kendisine bağlı olmadığını idrak etmişti.
Bilinçsizce canının istediği yere gitmek -kendine ne kadar zor gibi gelse de- kolay olandı ve bunu yaparak ışıktan çok uzaklaşmış, dönüş yolunu hatırlayamaz hale gelmişti. Şimdi zor olan; dönüş yolunu bulmak; bulduktan sonra o yolda hedefine doğru sapmadan yürüyebilmekti. Hedefine varana kadar; ışığa ulaştığında bu kez yok olup olamayacağı sorusunun aklını kemireceğini bilmek; en zor olandı.
Acaba şimdi, hemen, her şeyi bırakıp oraya; o tepeye geri dönmeye karar verse ışıkta kaybolabilir miydi? Ondan da önce, onu bu noktaya getiren inanç; acaba; dönüş yolunu bulabilmesi için de; yine kendisine yol gösterecek miydi?
 “Bugün hiçbirimiz geri dönemez, hiçbirimiz vazgeçemeyiz. Oysa hiç değilse birkaçımız, biliyoruz ki birtakım dönülmez sanılan yerlerden her zaman dönülebilir; yeter ki durduğumuz yerden ileriye değil, ileriden, durduğumuz yere bakabilelim. Güçtür bu iş, ama olmayacak, yapılmayacak bir şey de değildir."                                                                             
Mustafa ÇOLAK
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/hikye/baslangicsiz-yolun-sonu-ikinci-bolum/439

20 Ocak 2012 Cuma

BAŞLANGIÇSIZ YOLUN SONU

BİRİNCİ BÖLÜM

Gözlerini açtığında kendini bir tepenin başında buldu. Nerede olduğuna dair en ufak bir bilgisi yoktu ve ne tür bir uykudan uyandığını da anlamamıştı. Uzun bir geçmişi olduğunu hatırlıyordu. Bunca zamandır uyuyor muydu? Bunu bile bilmiyordu. Etrafına baktığında yeşillikleri gördü; aşağıda uçsuz bucaksız ormanı ve akan nehri de gördü. Cennette miydi? Hayır, hala dünyada olduğunu adı gibi biliyordu.

Kuşların sevgiyle cıvıldamasına, tertemiz berrak nehrin huzur veren sesine, nefes aldıkça içini ferahlatan müthiş kokulara dalmışken kendisine doğru yaklaşan ihtiyarı fark etti. Yaşlı adam, elinde bastonuyla ağır ağır yürüyor, yüzünde iç huzurunu yansıtan tebessümüyle çevresini aydınlatarak zirveye, yani kendisinin oturduğu en uç noktaya, tüm manzarayı en güzel yerden gören bu mükemmel varış yerine doğru yaklaşıyordu. Uzun yoldan geldiği kıyafetlerinden belliydi. İyice yaklaşıp da ihtiyarla göz göze geldiklerinde bu gözlerin, dünyaya dair hiçbir kaygı ve arayış taşımadığını an içinde şimşek çakar gibi anladı genç adam. Ancak henüz bakmaya doyamamışken yaşlı adam gözlerini çekti ve yanından usulca geçerek hemen arkasındaki bembeyaz ışıkta kayboldu. İhtiyarı gözleriyle takip ederek başını arkasına çevirdiğinde fark etmişti sütun gibi gökten inen bu ışığı. Afalladı… Başını titreyerek yukarı kaldırdığında bu bembeyaz sütunun ucunu göremedi. Masmavi gökte sonsuza doğru uzanıyordu. Hızla ayağa kalktı. Koşarak bu ışık sütununun etrafında dolandı, ihtiyar yoktu.

Ne öldüğünü ne de uyuduğunu hatırlamazken ve bu yaşadıklarının rüya falan değil, şimdiye kadar gerçek dediği her şeyden daha gerçek olduğunu idrak etmişken yaşlı adamın ışık içinde kaybolması onu korkutmuştu. Ne oluyordu böyle? Aslında, şu hemen yanı başındaki bilinmeze doğru uzanan beyaz ışıktı onu korkutan. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Derken bir adam daha gördü kendine doğru yaklaşan. Işıktan hızla uzaklaşıp bir ağacın arkasına saklanarak izlemeye koyuldu. Bu adam az önceki ihtiyara göre biraz daha gençti ancak yürüyüşü, tebessümü, kıyafetleri ve ağır hareketleri aynıydı. Ve aynı şekilde ışığa girerek yok oldu.  Bir tane daha ve bir tane daha… Tepenin dört bir yanından gelen yolcular birer birer ışığa giriyor, girmeleriyle beraber moleküllerine ayrılmaları bir oluyor, ışık oluyor ve zerreciklerinin yukarı doğru hareket ettikleri görülebiliyordu.

Saklandığı ağaç arkasından çıkıp ışığa doğru yöneldi tekrar. Fazla baktığında gözü kamaştığı için dikkatle inceleyemiyor fakat merakı da arttıkça artıyordu. Gelen insanların gözlerine baktı önce; hepsinde aynı huzur ifadesi… Yollarını kesip önce çekinerek, sonra bağıra bağıra sorular sormayı denedi, hiçbirinden tek cevap alamadı… Çaresiz ışığın yanına oturdu ve insanların ışık oluşlarını seyretti bir müddet, öylece oturup durmak canını sıktı… “Bana ne canım” deyip manzaranın güzellikleriyle yetinmeyi denedi, içi içini yediğini fark etti… Nihayet kendi de ışığa dalmayı aklından geçirdi fakat bilmediği bu garip gizemli şeye nasıl teslim olabilirdi? Ve kaygılar dört bir yandan bastırınca onların üstesinden gelebilmek için ışığı ve gelen insanları görmezden gelip, güzellikler içinde yaşayıp gitmeye karar vererek yıllarca o tepede yaşadı. Ara sıra aşağı inerek nehre dalıp yüzdü, ağaçlara tırmanıp meyvelerden yedi, hayvanlarla dans edip bu sevgiyle kuşatılmış dünyada, salt sevgiden yaratılmış yaratıklara hep sevgiyle baktı. Ama en sonunda kendini, düşünmekten alıkoyamadı.

Gelenlerin hepsinde ortak tek bir yön vardı: huzur. Kendisinde olmayan şey… Bu yolcular belli ki farklı yerlerden çıkıp geliyorlardı ve dolayısıyla farklı yollardan geçip ışığa kavuşuyorlardı. Evet, huzurlulardı ama yolda kim bilir neler yaşıyorlardı? Kim bilir hayat onlara neleri öğretiyor ve ne acılardan, ne mutluluklardan geçirdikten sonra gözlerinin derinlerine bu huzuru yerleştiriyordu. Ya kendisi? Ne görmüş, ne yaşamıştı ki? Buraya gelmeden önceki insanlarla beraber yaşadığı kısacık yaşamında ne öğrenebilmişti ki? Ve onlar buraya doğru yollar kat ederek gelirken, kendisi hiçbir çaba sarf etmeden gelmemiş miydi buraya? Onların vardığı son nokta şu ışık iken, kendisi o ışıktan çıkıp da düşmemiş miydi buraya? “Tabi ya; onların vardığı son nokta, benim başlangıcım.” dedi büyüklenerek. Zaten hep işe yaramaz bulurdu insanları. Onun gözünde insan, varlığından habersiz olandı. Kendisi biraz olsun haberdardı ve o yüzden işte buradaydı! Onların bitiş noktasında. Varılması gereken son noktada!

Buna sevinmeli mi üzülmeli mi karar veremiyordu. Tamam, her şey çok güzel; çile yok, dertsiz tasasız, ulaşılması gereken yere genç yaşında çoktan ulaşmıştı ama… Hayır… Ulaşmamış, ulaştırılmıştı… Bu ince nüansı gözden kaçırmamalıydı. İşte kendisini huzursuz kılan da buydu; ulaştırılmak. Anlamadan, bilmeden, yaşamadan ulaşmak… Onların yüzlerindeki ifade kendisinde yoktu, onların gözlerindeki derin anlamsa hiç yoktu. Kaygı ve tasalardan başka bir anlam bulunması imkânsızdı gözlerinde. Ve arayış… Öyleyse buna ulaşmak denilebilir miydi? Ulaştığı sadece sakin bir yaşamdı, o kadar. Sadece ışıkta yok olunması gerektiğini biliyordu; o kadar. Her şey gözünün önünde cereyan ettiği halde hiçbir şeyden haberi yoktu. İşte yakıcı olan da tam olarak buydu: Bilmeden yaşamak. Buna da yaşamak denilirse… Peki neyi bilmeliydi? Bunu da bilmiyordu. Neyi aramalı ve nasıl bulmalıydı ki kendisi de ışıkta kaybolan o insanlardan biri olsun. O an kayıtsız şartsız teslim olması gerektiğini hissetti. Bilecek bir şey yoktu, geçmiş yaşamı ortadaydı ve kendisi buraya bir şekilde getirilmişti. Onlar çileler çekip de gelirlerken kendisi getirilmişti. Bundan büyük şeref olabilir miydi?

O an gözleri parladı ve bulması gerekeni bulduğunu hissetti. Yapması gereken tek şey vardı; gidip ışığa teslim olmak. Çok basitti. Gözünü açtığı tepeye çıkacak ve ışığa girip kurtulanlardan olacaktı. Kendisinin o gelen insanlardan neyi eksikti? Hem eksik olsa burada ne işi vardı? Buraya kadar gelebildiğine göre onlardan hiçbir eksiği olamazdı ve şimdi onlar gibi gidip ışıkta yok olmalıydı. Böylece bu sıkıcı güzelliklerden artık kurtulacaktı!

Işığa doğru tırmanma şeridinde yürürken aklından hızla akıp geçen şüphelerine engel olamıyordu. Az önceki teslimiyet halinden eser kalmamıştı. Kendisi onlar gibi değildi ki… Ne kıyafetlerinin, ne de hal ve hareketlerinin onlarınkiyle alakası yoktu. Yavaşladığı o esnada yanından biri daha geçti sessizce. Durdu ve arkadan onu seyretti yıllarca yaptığı gibi. Ama bu kez farklı bakıyordu önünde yürüyen yolcuya. Arayan gözlerle bakıyordu. Ağır adımlarını izliyor, sükunetle nefes alıp verişini taklit etmeye çalışıyordu. Onun gibi yürümeye, sakin olmaya ve nihayet onun gibi bakmaya zorladı kendisini. Başarılı da oldu. Şimdi tıpkı onun gibiydi, oyunculuktaki ustalığı kendisini de şaşırtmıştı. Çok yakın mesafeden onu takip ediyor ve bembeyaz ışığa yaklaştıkça kalp atışının şiddetlendiğini hissediyordu. Heyecanını bastırmaya çabalıyor, kalp atışları normal seyrine dönecek gibi olunca aniden, tekrar hızla atmaya başlıyordu. Kararından vazgeçmemeliydi. Şu kadarcık mesafe kalmışken kesinlikle geri dönmemeliydi. Bu şekilde ışıkta yok olanları izleyerek yaşamaya daha fazla katlanamazdı. Onun arkasından gidecek, bastığı yerlere basacak ve o, ışığa dönüşür dönüşmez arkasından gözünü kapatıp dalacaktı. Bu arada önünde yürüyenin de kendi yaşlarında biri olduğunun ayrımına vardı. Nasıl olabiliyordu bu? Şimdi bunları düşünmenin hiç sırası değildi, artık teslim olma zamanı gelmişti.

Ve önündeki yolcu ışığa girip kaybolunca bir an duraksadı. Yavaşça yaklaştı ve önce elini uzattı, baktı; eli kaybolmuyordu. Biraz daha uzattı ışığın içine doğru ve geri çekti, hiçbir şey olmadı. Nihayet gözünü kapatıp ışığa kendini bıraktı. Gözünü açtığında ışık arkasında kalmıştı. İçinden geçip sütunun diğer tarafına geçmişti. Nasıl olur? Hızla tekrar dönüp tekrar girdi ışığa, bu kez diğer taraftan çıktı. Kaybolmuyordu. Bunu birkaç kez farklı yönlerden denedi ancak bir türlü yok olamadı. Etrafındaki dünya aynı dünya, yeşillikler ve orman aynı orman, ırmak aynı ırmaktı. Işıksa öylece duruyordu, değişen hiçbir şey yoktu. Dizlerinin üzerine çöktü, gözyaşları çimleri suladı.

Devam edecek…

Mustafa Çolak

yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/hikye/baslangicsiz-yolun-sonu/421

16 Ocak 2012 Pazartesi

"Peki Ne Olacak" Sorusunu Sorgulama

İthaf: Acılarının geçmesi dileğiyle Mustafa Çolak’a. Acıdır insanı yetiştiren.

Her şey o soru ile başladı:
“Peki, ne olacak?”
Günler geçtikçe, rüyamda dahi bu soruyu sormaya başladım. Öyle ki, bu soruyu kendime sormaya başlamam ile anlam dünyam yörüngesinden çıktı. Kendime dair tüm çıkarsamalarım tuzla buz oldu. Gözlerimin önünden, açık denizler çekildi. Hayalimdeki düşler düştü ve fikirlerim karanlıklarda yolculuğa başladı.
 
Bu sorunun önemi ne diye düşünmeye başladım zamanla. Bu kadar büyük deprem etkisi yapmasının sebebi de neydi? “Peki, ne olacak?” sorusu aslında hayatın anlamını eşeleyen, “varlığa” dair fikir üretmeyi sağlayan bir sorgulamayı mı getiriyordu? Ya da bu soru devrimci karaktere haiz put yıkan bir serserimiydi?
 
Sorun şu ki, cevap veremedim söz konusu soruya. Evet, cevabım yok. Ama bu sorunun bir cevabı var mı ki? Ya da bu soruyu cevaplayan biri var mı? Bilmiyorum.
 
Hayatın anlamı; anlamın kendisini arama süreci ise, bu sorunun cevabı sorunun kendisi olamaz mı? Ya da hayatın anlamı, başkalarına rağmen, kişinin hayat kadranı doğrultusunda beliren, yani kişinin kendi hakikatini belirlediği değil midir? Veyahut hayatın anlamı, kişinin aramalarının sonuçsuz, çalışmalarının başarısız olması ile bulunmaz mı? Belki de hayatın anlamı, sanıldığı gibi felsefi, derin ve anlaşılmaz değil bilakis anlam, kendini kişiye açtığında “Ben nasıl fark edemedim?” dedirtir. Her halükarda kişi, anlam arama yoluna niyet ve iradesi ile giriş yapar. Burada Salih Mirzabeyoğlu’nun sözünü hatırlamakta fayda var: “Çözdük her müşkülü derlerse, de ki: Sonunda var olma müşkülü kaldı."
 
Bazen en büyük meseleleri çözmek için en basit soruları sormak gerekir. Doğrudur, fakat en basit soruyu soracağımız zamanı nasıl bilebiliriz? Bu da ayrı bir sorun olarak önümüzde duruyor.
 
Her halükarda bilinmezlik ile çepeçevre sarılmış durumdayız. Biran sonramızı bilememenin büyük ağırlığı altında ezilerek yaşıyoruz her saniye.  Belki de sır buradadır. Bilmemeyi bilmektedir. “Peki, ne olacak?” sorusunun cevabını bilmemeyi bilmek, cevabın kendisine gidişte ilk basamak olamaz mı? İkinci basamağı hiç sormayın zira bilmiyorum. Belki de teslimiyet…
 
Bildiğim tek şey, bilmediklerim ile bilinmeyenlere gidebileceğim. Burada durup Dücane Cündioğlu’na bakabiliriz. Ne diyordu kendisi; “Gaflet, sıcak mı sıcak ana kucağıdır bilincin.”   
 
Peki, sizin haliniz ne olacak?

Sulhi Ceylan
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/deneme/peki-ne-olacak-sorusunu-sorgulama/409 
 

13 Ocak 2012 Cuma

HAYAL DÜNYASINDA YAŞAM DENEMELERİ


Yaşamak, asla hatırlayamayacağın anlardan bir yığın oluşturarak yaş doldurmaktır. Anları düşünürsün sürekli, hepsini anımsamana imkân yoktur tabi, unutursun. Yaşamın gizi, işte bu unuttuğun anlarda saklıdır. Unuttuğun için de asla bulamazsın bu gizi.

Ne kadar hareketli bir yaşam sürsen de hatırladıkların sadece kuru bir geçmiştir. İlk aşkını nasıl ve nerede gördüğünü unutamazsın örneğin. Peki onu gördüğün gün içinde yaşadıkların? Aşık olduğun kişinin o andaki simasını düşünüp durmaktan vazgeç de seni o gün o ana getiren sebepler silsilesini bir düşün. Aradığın ve asla bulamayacağın, unuttuklarındır. Öyleyse yaşarken hafızana neyi kaydettiğini iyi düşünmelisin.

İnsan tanımlamaları sever. Tanımlanan her ne olursa olsun, yeter ki güzel ve uygun şekilde tanımlansın; bir tespiti doğurur. Dolayısıyla insan tespiti sever. Benim az önce yaptığım tespitler gibi mesela.

Tanımlama ve tespitlerin bir yerde son bulacağını ve bir gün artık bulabileceğin hiçbir şey kalmayacağını zannetmendi zamanında seni ateşleyen. İlk başlardaki heyecanının sebebi, her şeyi keşfedebileceğini sanmandı. Ama bir noktadan sonra tanımlama ve tespitlerden yorulursun. Çünkü ne kadar keşfedersen, seni şaşırtanlardan çok daha fazla keşfedilmeyi bekleyen şeyler olduğunu görmen; farklı farklı mevzularda yeni açılımlar getirme hevesini kırar. Bu noktada kurumuş bir yapraktan farksızsındır, dağılman an meselesidir.

Bazısı, başkalarının düşünmediği, düşünemediği şeyleri düşünerek; diğer insanlara karşı kendisinin üstün olduğunu kendi kendine ispatlamak ister. Bu farkına varmadan tutkuya dönüşen isteğinden vazgeçmeyen kişi, asla üstün kişi olamaz. Bir kitap yayınlatma isteği, dergilerde isminin çıkması; tanınma, bilinme isteğidir ve bu da diğer insanlara; “Bakın, ben sizden üstünüm” diyebilme tutkusudur. Oysa edebiyatın amacı, kişinin kendini kendine itirafından başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden, yaşamı boyunca yazdıklarını yayınlatmayanlar hep dikkatimi çekmiştir. Anlarının kıymetini bilmişler, hep o unuttukları anlardaki gizi aramışlardır yazdıklarında. Kendileri her ne kadar farkında olmasa da zenginlerdir. Hayatları gerçekten zenginleşmiştir. İnsan ne kadar farkındaysa kendindeki zenginliğin, bu zenginlik karşısında o kadar fakir sayar kendini. Ve kendini fakir sayanlar, en zengin olanlardır. En zengin insan, ne kadar da fakir olduğunu görüp söylüyorsa, gerçekten fakir olanın fakirliğinin derecesini düşünemiyorum.

“Alışkanlık hayal gücünü öldürür.” (Pavese, Yaşama Uğraşı) Her gün yaptığımız, yapmak zorunda olduğumuz -ya da zorunda hissettiğimiz- şeyler düşünce dünyamızı köreltir. Çünkü yaşamak için düşünceye ihtiyaç yoktur, alışkanlıklar yeterlidir. Hayal kurmak, bizi yaşamın dışına çıkarabildiği için değerlidir. İnsanı, yaşam denen saçmalıktan bir an dahi olsun uzaklaştırabilen her şey; değer görmeye layıktır.

Mustafa Çolak
yazı kaynağı:  http://www.edebifikir.com/yazilar/deneme/hayal-dunyasinda-yasam-denemeleri/402

11 Ocak 2012 Çarşamba

EYLEME ÇAĞRI

Saç sakal uzatıp sokaklarda pankartlar açarak bağıra çağıra yürüdükten sonra, dün gece barda gördüğü güzel kızı nasıl eve atacağını düşünen hissiz eylemciler!

Gazetelerde tecavüz haberi okuyup, kahvede okey arkadaşlarıyla beraber tecavüzcü ellerine bir geçse nasıl hakkından gelineceğini çok iyi bildiğini söyleyerek küfürler yağdırdıktan sonra körpecik kızlara para karşılığı tecavüzün âlâsını yapan sahte erkekler!

Kitapçılarda geçmişteki devrimleri tartışıp, güncel politik eylem stratejilerinden bahsettikten sonra elindeki koca koca içi kitap dolu çantaları jeep’inin bagajına atıp, kumarhanelere koşan fikirsiz entelektüeller!

Sabah akşam facebook’un başından kalkmayan, kalksa bile aklı fikri facebook’ta yapacağı yeni eylemlerde olan sanal üniversiteliler!

Çırılçıplak klipler çekip bunu, müzik demeye bin şahit isteyen gürültüler uğruna yaptığını savunurken yetmiyor gibi, televizyon programlarına çıkıp kadın haklarından bahsetmeye, kadınlığın gururu ve asaletinden dem vurmaya kalkan et beyinli kadıncıklar!

Ve oturmuş eline kağıt kalem alarak söyledikleriyle eylem yaptığını sanan sen! Bu yazının yazarı! İsyanını yatıştırma, sadece isyanın yönünü biraz değiştirmen gerekecek. Birazdan yapacağım çağrıma kulak ver!

Eylem filmleri hoşumuza gidiyor, sinemadan çıktığımızda veya televizyonu kapadığımızda içimizden kendimizi sokaklara atmak, hatta ortalığı yakıp yıkmak geliyor. Yahut bir eylem adamının hayatını anlatan bir kitabı kapattığımızda hakeza… Yürüyüş yapanları veya herhangi bir yerde direniş hareketi başlatanları gördüğümüzde yüreğimiz hopluyor.

Dünyada bir şeylerin, hatta çoğu şeyin yanlış olduğunu idrak etmek, haksızlıkları görmek, baskılara, zulümlere şahit olmak canımızı yakıyor. Göz göre göre bir şeyler yapmak isteyip de yapamamak bizi bazen çılgına çeviriyor. Her türlü toplumsal bazlı hiyerarşik sistemlerin aksaklıkları, adaletsizlikleri ve ezici güçleri içinde yaşam mecburiyeti, kalp atışlarımızın normal seyrini değiştiriyor. Kadına şiddet, çocuk istismarı olayları belki uykularımızı kaçırıyor. Ancak okumaktan, izlemekten, duymaktan bıktığımız daha binlerce olay, biz bu haldeyken olmaya devam ediyor. Ve bu olanlara biraz olsun duyarlı herkesin dilinde aynı cümle, bitirici ve son noktayı koyan meşhur cümle; “Peki ne yapacaksın?..” Karşılığında eylemi gerektiren her türlü olay hakkında yapılan konuşmalar, tartışmalar, bu ve buna benzer cümlelerle nihayetlendirildikten sonra yaşama kalındığı yerden devam ediliyor. Soruysa havada kaldı: “Peki ne yapacaksın?”
Halbuki yapılması gereken bir tek şey var. Şu an bu yazı tüm dillere çevrilip aynı anda tüm insanlar bu yazıyı okuyor olsa ve şimdi söyleyeceğim bu tek şeyi uygulamak için bir adım atsa, dünya güllük gülistanlık olur.

Ey insanlar! Kendinize karşı direniş hareketi başlatın! Eyleminiz, kendinizedir. Dönün kendinize ve kendi öz beninize isyan edin! Ve ben’inizi yok edene kadar sakın durmayın!

Eylem isyandır. Giriş cümlelerime tekrar dönüp bakarsan, isyanı damarlarında hissettiğini fark edeceksin.

En büyük eylem ise, kendine karşı yaptığın eylemdir. Doymak bilmeyen arzularının önüne pankartlar açıp iç dünyana doğru başlattığın yürüyüştür. Bedensel isteklerinin yoluna barikat kurarak tek hedefine, fethetmen gereken tek kaleye, ruhuna giden yolun önünü açmandır.
 
Unutma, kendini fetheden insan, kâinatı fetheder.

Mustafa Çolak
      TDT

4 Ocak 2012 Çarşamba

Camila Vallejo


Camila Vallejo, 23 yaşında bir devrimci. Henüz iki milli eğitim bakanını istifa ettirmiş, Şili’deki öğrenci hareketi lideri. 

Kendisi coğrafya okuyor. Sürekli ölümle tehdit ediliyor.

Camila, sadece milyarder iş adamı Sebastian Pinera’nın Cumhurbaşkanlığını değil tüm Şili politik gücün egemenliğini sarstı. Kamuoyu yoklamalarında Pinera’ya halk desteği yüzde 26’ya kadar düştü. 
 
“Camila’nın öldürülmesiyle protestolar biter” diyen Kültür Bakanı Tatiana Acuna kovuldu.

Eylemleri sadece öğrenci hakları ile sınırlı olmayıp, işçilerin ve kamu görevlilerinin de grev haklarını kullanmaları için cesaret vermiş, grev için ön ayak olmuştur.

 Sen Hep Konuş Camila!
Eskiden Che Guevera Posterleri Asılırdı Duvarlara
                                                     Yeni Nesil Devrimcilerse Çok Şanslılar