26 Eylül 2011 Pazartesi

GECEYE VE AŞKA DAİR

Bir gece yarısı kapını çaldığımda, açıp öylece bana bakakaldığın andan ibaret zaman. Durdu dünya, dönmeye tövbeli o gün bugündür.
Kördüm ve açıldı o anda gözüm. Öyle ya, yokluğunda varlığının şiddetinden göremez olmuştu gözlerim. Ama o gece ne sen sendin, ne de ben benden ibarettim.
Tek bir şey söylemiştin; “gel içeri.” Gelemedim.
Tüm o yokluk günlerinden sonra o kadar vardın ki, varlığın şimdi o kadar aşikârdı ki, gelmek anlamını yitirmişti. İçerisi de neresiydi ben kalakalmışken? Kendini ateşe atmış pervane daha ne kadar gelebilirdi?
Gece karanlıktı. Kapının açılmasıyla çakan şimşeğin şavkında mesafelerin mesafesizliğe secde ettiğini gördüğüm andı.
Dürüldü yollar, uzaklıklara dair ne varsa eğilip teslim oldu kapı önünde benimle beraber.
Beni hapseden mekân parmaklıkları kırıldı.
Özgürlük, kendini sımsıkı bağlanmakta buldu.
Esaret, özgürlüğün bilinen manasına erişme adına çözülüp sağa sola atılmış kesik ve kirli kendirlerden ibaret olduğunu kabullenmişti.
Bilinenler tersyüzdü artık. Bilinmeyenlerin dillendiği andı. Gerçek dil, bildiğini anlattığını sanan değil, bilmediklerini söylediğinin farkına varandı. Çünkü gerçek olan sadece bilinirdi, dil bunu anlatmaya muktedir değildi. Dil de bildiğini anlatamamanın verdiği acıdan sıyrılmanın rehavetine bürünmüş, artık sadece bilmediklerini söylemeye gebeydi.
Ama o an bilinmeyenin tüm haşyetiyle ortaya çıktığı andı ve bilinenlerin o gecede yeri yoktu. Ve sus pus olmuştuk karşılıklı. Konuşmazdık, konuşamazdık. İşte bu, bildiğimiz bilinmeyenlerin en başında gelenlerdendi.
Bakmak ile bakakalmak arasındaki farkı öğreten geceydi. İdrakin, hudutsuzluğunu kanıtla ispatladığı gece. Taklidin tahkike döndüğü, mecazın gerçekle selamlaştığı, andan gerisini önemsiz kılan gece…
Dışarıda bekleyen insanlar değil insanlık olsa, yine de dışarı çıkmanın manasızlaştığı o gece…
Bir gece yarısı kapını çaldığımda, açıp öylece bana bakakaldığın andan ibaret zaman. Durdu dünya, dönmeye tövbeli o gün bugündür.
Mustafa ÇOLAK
yazı kaynağı: izdiham.com

9 Eylül 2011 Cuma

OYALANMALARA DAİR II

Filmler, hep iyi veya kötü sonla biter. Kahramanlardan biri ölür veya ikisi de yaşamaya devam eder. Yahut ikisi de ölür. İkisi de öldüyse sorun yok! Bitmiştir gerçekten film. Ama birinden biri veya ikisi yaşamaya devam ediyorsa ve film bitip perde kapanıyorsa, bu işte düşünülmesi gereken yanlış bir şeyler vardır. Film bitmemiştir! Asıl izlenmesi gereken yer, filmin bitti sanıldığı yerden sonrasıdır. Ben hep bunu merak ederim, sonrasını… Çünkü gerçek film orada başlar. Yazarın gösterdiği, göstermek istediği yeri değil; göstermediği, gösteremediği bölümdür ilgimi çeken. Ve düşünürüm: sonra ne oldu? Sonra neler olduğu hakkında bazen iki dakika bile sürmeyen bir yazı akar. Bu beni tatmin edebilir mi?

Filmin bittiği, bitirici cümleyi söylemem gereken son noktadayım. Koca bir hikâye, yazılmaya, okunmaya ve yaşanmaya değer bir hikayenin son sayfasının son noktasında. Kapanış noktasında… Fakat kapanmadı kapak, okumaya ve yaşamaya devam ediyorum kendi hikayemi. Oysa o kadar çok şey vardı ki anlatılmaya değer, değeri anlatmada görmedim, “sadece yaşamayı” tercih ettim.

Peki bu noktadayken kendimde aradığımı bulmuş muydum? Hayır, değişen bir şey yoktu. Tek gördüğüm yalnız olmadığımdı bu yolda. Arayanlar hep vardı ve hep olageleceklerdi.

Aramak… Kendini aramak… Kendini bulmak… Arayan ve aranan olmak…

—Neyi arar insan?
—Kaybettiğini.
—Neyi kaybetmiştir?
—Kendini.
—Kendinde bulması gereken?..
—Aşk.

İnsanın ve kalbin hakikati üzerine kütüphaneler dolusu kitapların özeti işte bu diyalogdadır. “Her özet kötü bir özettir.” diyen varsa arasın dursun kütüphanelerde, hepsini okusun, öğrensin. Bakalım aradığını bulabilecek mi? “Sen kendin bilmezsen ya nice okumaktır?” diyen şair, hakikati kütüphanelerde mi bulmuştu?

Kendini bilen insan, oyalanmayan insandır.

Sandalyesinde bedensel olarak hiçbir iş yapmadan boş boş oturan bir adam, o sandalyede ne kadar oturabilir? Böyle kaç kişiye tanık oldunuz? Hiçbir işi olmadığı halde hareketsiz ve uyanık vaziyette bir süre yalnız oturan kaç kişi tanıyorsunuz? Bu soruyu sorarken, yaptığı meslek icabı veya yaşlılık gibi mazeretleri hesaba katmıyorum. Kendi iradesiyle, yalnız ve sessiz, hiçbir iş yapmadan ne kadar öylece oturabilir insan?

En fazla beş dakikadan sonra sıkılır ve oyalanacak bir şeyler bulur bilinçsizce. Gayri ihtiyaridir bu kendine “yapacak bir şey” bulma. Alışkanlık halini almıştır. Bazen yüksek sesle söylese de; “canım sıkıldı, bari oyalanacak bir şeyler bulayım” benzeri cümleler, bu onun bilinçli olarak oyalandığını göstermez. Yaptığı oyalanma işinin amacını sorsan, can sıkıntısını gösterir, asıl sebebi bilmediği(düşünmediği) için söyleyemez. Oysa oyalanmanın gerçek sebebi, düşünülmek istenmeyen, ölüm gelen hakiki sebep; kendinden kaçıştır.

Evet, cevap ölüm gibi gelir çünkü cevabı ölümdedir. Ölmeden önce ölmeyi gerektirir oyalanmaktan vazgeçmek. Bu ölümü sevmeyi, ölümü özlemeyi gerektirir. Ancak biz korkarız ölümden. Bize ait olmayan bir bedenin varacağı mutlak sondan korkarız, onu özlememiz gerekirken.

“Varlıktan anladığın salt bedeninin varlığıydı, yokluktan anladığın da yine salt bedeninin yokluğu. Oysa sen gerçekten var olsaydın, asla yok olmazdın, olamazdın.” derken bir arayış yolcusu, sen ise kendisine hükmedemediğin bir bedene “ben” diyor, onu sağda solda dolaştırarak, kimi zaman eğlendirip, kimi zaman bir şeylere aşık edip(!) hüzünleniyorsun.

Halbuki onun “ben” olmadığı ona hükmedememenden belli değil mi? “Bugün tuvalete gitmeyeceğim.” veya “Bu ay uyumayacağım” diyebilir misin? İstemesen de karşılamak zorunda olduğun ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar senin iradene bağlı değiller. Örnek; kendi başına buyruk hareket eden tırnakların ve saçların istediği zaman uzarlar ve sen onlara hizmet etmek zorundasın! Kendi kendine bu beden sana sormadan hastalanır, burnu akar yahut en basitinden her saniye onun ölmemesi için nefes alıp vermek zorundasın! O senin iradene bağlı değil, o ayrı bir şey, demek ki ben derken kastettiğin o değil. Daha önce de dediğim gibi, bir şeye benim diyebilmen için, (elim, ayağım vs. diyebilmen için), ait olan ve ait olunan olarak ortada iki şey olması gerekli. Oysa ben tekildir. Demek ki ben ve bedenim ayrıyız. Mesele onun ihtiyaçlarını yetecek kadar karşılarken arzularından vazgeçirmek ve esas arzuma, kendime yönelmek. Oyalanmaktan artık vazgeçmek…

“Neden oyalanmaktasın?” sorusunu kendime sorabildiğim anda balyoz üstüne balyoz yedim. İlk balyozları yer yemez vazgeçip kaçtım ancak sonra ister istemez geri döndüm. Cevaplamalıydım bu soruyu, cevabını iliklerime kadar sindirip, hissederek kabullenmeli ve hakkıyla bilmeliydim. O balyozları yedim. Çok acı verse de yedim. İçimi dışıma çıkarsa da yedim, yemeliydim cevabı idrak edebilmem için…

Yaşadığım her şey ama her şey, tüm gerçeklerim, hayallerim, sevgim, aşkım neyim var neyim yoksa dünyaya dair, oyalanmamın çocuklarıydı. Bu gerçekle yüz yüze gelmek belki de işin en zor kısmıydı. Yalanla tanışmak, saçmalıklarla selamlaşmak vardı sonra. Tüm değerlerin yok olup gittiği görmek, cevapladıkça, cevaplayabildikçe camdaki buğunun yavaş yavaş yok olması gibi yok oluşlarını seyretmek zordu, çok zor…

Son noktada ve kitabı kapattığımı sanarken hiçbir şeyin kapanmadığını, son noktanın zamanını bile bilmeden hikayenin devam etmek zorunda oluşunu kabullenmek zordu.

Ölmeden önce ölmek çok zordu…

Mustafa ÇOLAK
yazı kaynağı: izdiham.com

7 Eylül 2011 Çarşamba

OYALANMALARA DAİR

Saçmalamak istiyorum… İyi olmuş bir karpuzun yarılması gibi başımın yarılıvereceğini hissederek; “acaba o esnada aynı sesi çıkarabilir miyim?” diye noktaladığım düşünce merasimlerimin sonlarında özellikle. Alabildiğine, durmadan, duraksamadan, utanıp sıkılmadan, düşünmeden ve gayesizce saçmalamak…

Boş zamanlarında internet sözlükleri ile Beyoğlu çocuklarının mizah dergilerini okuyan, geriye kalan işe veya okula gittikleri dolu zamanlarını da saçma-boş zaman olarak addeden güruha dahil olmak geçiyor içimden böyle anlarda. Nedendir eylem sevdalısı olduğu halde düşünme eylemine vakit bulamayan(aramayan) bu güruhun, kendilerini entelektüel kabul edip öyle göstermeye çabalamalarının bir sonucu mudur nedir, diğerlerine nazaran göz ardı edilemeyecek bir çekicilikleri var! Bir garip “bilinçli avam” tarikatinin mensupları olarak nitelediğim; edepsiz fikir adamcıklarım, kitap okuyan cahillerim, seviyorum sizi “bilinçli avamlarım!..” Bunlar; sınır ve çizgi tanımayan akıllarının kör fikir çengelleriyle kalplerini soğuk hava deposuna asıp, hayatın anlamını “belden aşağı sıcak yolculuk” larında aramaya koyulanlardır. En belirgin özellikleri doyumsuz şehvetleri ve duygudan yoksunluklarıdır. “Hayatın kazıkları” diye adlandırdıkları son model insan nefsi yapımı “suni hüzünler” den sonra duygularını artık bir kenara bıraktıklarını söyler ve bunu bir erdem olarak kabul ederler adeta. Kendilerine yakın buldukları şairlere lakap takarak sahiplenmeyi de seven bu tarikatın mensupları, ayrıca slogan atmayı da severler. Kolay bilgi edinip etrafına çaktırmadan satarlar ve neye karşı olduklarını bilmeden her şeye karşıdırlar. Tarikatin çeşitli kolları vardır fakat fazla detaya girmeden asıl konuma, benim konuma, ben’imin konusuna şöyle bir değinip saçmalamaya devam etmek istiyorum… Oraya gelmeden önce yine yolda yorulmaktan korkarak son kez dönüp kendime soruyorum: “Düşünmeyi falan bırakıp bilinçli avam tarikatine girmeye ne dersin?”

Yeni ve daha önemli sorulara geçerek, bu soruyu bir başka zamana ertelemeyi yinelemek benim vazgeçemediğim tutkum halini aldı. Neden oyalanmalara benim konum değil de ben’imin konusu diyorum? Tabii ki benden ayrı bir ben olduğunu biraz olsun Yunus gibi vurgulayabilmek için. Peki nedir bu benden içre ben, kimdir?

Bir şeye “benim” yani bana ait diyebilmek için öncelikle ben’den gayrı bir şey olması gerekli. Ben varım ve bana ait bir şey var benim dediğim, bana ait dediğim. Yani ortada 1: ben, 2: ben olmayan ama iradesi bana bağımlı, bana ait bir şey daha var. “Bu kalem benim, bu araba benim” yahut “kalemim, arabam” şeklinde ifade ettiğim şeyler gibi... Bir de bu şekilde kendi cesedime hitap ederim: Elim, ayağım, başım, miğdem, kalbim vs… Fakat diğer şey’lerden farklı olarak bedenime hitap ederken nedendir ortada iki şey olduğunu unuturum. Halbuki aidiyet olması için ait olan ve ait olunan iki şey olması gerekliydi. Fakat saçmalarken(oyalanırken) bunu hiç düşünmeyiz ve farkına varmayız; dolayısıyla öyle bir sahipleniriz ki cesedimizi, ona iradesi benim kontrolümde olan bir şey olarak bakmaktan  çıkıp, “ben” derken onu da kastetmeye başlarız. Hatta ve hatta zaman geçtikçe “ben” derken salt bu bedeni işaret eder hale geliriz farkında olmadan.

Karşı cinse “aşkım” deriz mesela. Bana ait olan bu aşk, hangi ben’e aittir hiç düşünmeden sadece söyleriz: aşkım… Bu kadar kolay mı? Ben’ini sorsan tanımlayamayacak olan adam, nasıl oluyor da bu tanımadığı ben’e ait olan bir aşkı tanıyabiliyor? Bırak tanımayı ne oluyor da onun için yanıp kavrulduğunu dile getirebiliyor, yanan kavrulan kim bilmeden? Bu işte bir terslik yok mu?

Belki yüzlerce insan var şu an sokaklarda meşe közü kıvamında, deli divane aşkını düşünen, onu gözetleyen, bir kere olsun uzaktan görebilmek için saatlerce belki günlerce ara sokaklarda bekleyen. Belki de hiçbir tanesi bilmiyor ki beklediği, gözlediği bir başkası değil, kendisi… Hiçbiri bilmiyor ki yaptıkları her şey belki Dostoyevski’nin dediği gibi can sıkıntısının sonucunda oluşan oyalanmanın çocukları, mecazi aşk-karşı cinse duyulan aşk; belki aşk değil tutku, belki de Schopenhauer’un dediği gibi bir defalık bedensel birleşmenin sonunda sönecek olan, türün üreme içgüdüsü… Yine hiçbiri bilmiyor ki onları yollara düşüren, tutkularının peşinden sürükleyen şeyin hakikati aslında yaradılış gayeleri: kendini tanımak… Unutulagelen hakikat, kaçılan hakikat, kaçtıkça dönüp dolaşıp daireyi tamamlayıp yine ona gelinen hakikat!

Demek ki ben’im hakkında bilmem gereken birinci şey; ben derken kesinlikle bedenimi kastetmediğim. Bedenim ben değil, bana emanet ve emaneti dolaştırmakla mükellefim, peki ben kimim? Şimdilik bu kadar yeter.

“Saçmalamak istiyorum” diye başladığım yazımda, aslında öğrenmek istediğim soru şudur ki; “acaba saçmalamak isteyen ‘ben’ hangi ben? Benden içre kaç ben var ve bunlardan hangisidir şu an saçmalamak isteyen?” Ve neden saçmalamak ister bu ben? Eğer bu sorunun cevabını ısrarla merak eden varsa zahmet edip biraz düşünsün ve cevaplamaya çalışsın ne de olsa herkesin cevabı kendine… Şimdi ben(ama hangi ben?), önemli olanın cevap vermek değil, soru sorabilmek olduğunu bilmenin kisvesine bürünerek bir yandan kendime riya yaparak böbürlenirken diğer yandan “saçmalamaya-oyalanmaya-yaşamaya” başlamak (ya da devam etmek) istiyorum izninizle…

Mustafa ÇOLAK