28 Şubat 2012 Salı

ÜÇ ADIMDA HUZUR DENEMESİ

I: Bunalımın Kaynağı; Aşksızlık.
Gün boyunca koşturdun. İş yerinden çıktın ve görmen gereken insanları görüp, uğraman gereken yerlere uğradın. Sonra gerçekten görmek istediğin bir dostunu da görüp muhabbetini ettin, çayını içtin. Gelmek istemesen de gelmen gereken bir evin vardı, geldin. Evdeki ufak tefek işlerini de hallettin ve odana çekildin. Yattın, uyuyamadın. Daha doğrusu; uyumadın. Ruhunu delip geçen eksik bir şeyler olduğunu hissettin. İşte yazmaya hazırsın.
Fakat öyle pat diye yazamazsın. Ne yazacaksın? Ne yazabilirsin ki? Yazılabilecek ne kaldı? Notlarını karıştırdın. Birbirinden alakasız, oradan buradan esip gelen cümle yığınları karşında… Çek al herhangi birini ve doldur altını. Olsun sana yazı. Bu değil! Hayır, asla… Öyleyse?
Yaz aşkını… Aşk? Aşk mı kaldı? Hani?
Hiç senin olmayan bir aşka duyduğun kıskançlık… İnsan sahip olmadığını kıskanabilir mi? Zaten sahip olamadığından kıskanır. Kıskançlık, sahip olamamaktır. Al sana bir tespit daha. Bitmedi mi? Yorulmadın mı anlamaktan?
Yaz o halde! Anlam çileni yaz. Anlamsızlığını, kaybolmuşluğunu… Ne? Tükenen yazamaz mı? Tükenmemişsin ki yazıyorsun, aldırma… Geç bu bunalım edebiyatını. Doldur boşluklarını ve yeniden başla. Şimdi!
Kalkıp gidesim var uzaklara. Zaten herkesin başı şu gitmekle belada. Beni bir trene hapsedin. Bilmeyeyim nereye gittiğimi, sadece gideyim. Olmaz! Olmaz mı, neden? Sıkılmazsın o zaman. Sıkıntıdan patlayacak hale gelmedikten sonra yaşamanın ne anlamı var? Yaşamak sıkılmaktır. Sıkılmaktan kaçmamak. Hatta sıkıntıdan zevk almak. Abartma! Abartmıyorum, etrafına bak, can sıkıntısından kahkahalar atan insanlar göreceksin. Ya sıkıntılarının farkında değiller ya da görmezden gelmeyi çok iyi başarıyorlar. Takılma bu kadar, yaşa git sorunsuzca, öleceksin.
Ah, ölüm… Ne kadar tatlıdır kim bilir… Hep korkuttular bizi ölümden. Oysa ölümsüzlüktü korkulması gereken. Korkuların bile sahteydi. Aşkın sahte olduğu bir dünyadan başka ne beklenebilirdi ki? Yüzüne gülüp arkandan iş çevirdiğini düşündüğün ve asla güvenemediğin yapmacık bir arkadaşındı hayat. Ölüm samimiydi. En azından şimdilik… Henüz ölmedik değil mi?
II: Sayıklama; Amacın Ne, Yalnızlık mı?
Sen ihanet edensin. Buna yalnızlığın da dahil. Yalnızlığını bile dürüstçe yaşayamıyorsun. Kendini en yalnız hissettiğin zamanlarda sana uzak insanları düşünerek yalnızlığına ihanet ediyorsun. Madem insanlarla yapamayacaksın, bari yalnızlığına iyi bak, onunla iyi geçin.
Hiç kimseye muhtaç değilsen, muhtaç değil gibi davran. Birine veya birilerine özlem duymuyorsan, okuduğun kitaplarda, dinlediğin müziklerde, yazdığın yazılarda özlem duymaya çalışmaktan vazgeç. Sen yalnızsın ve kaybedensin, buna özlemin de dahil. Her şeyi bir anda unutup dünyanın dönüşüne kendini teslim edebilensin. Unutmayı seçensin ya da unutur gibi yapmayı… Amacın ne?
Kendini kandırma. Herkesi kandırırsın, kendini kandırmak o kadar da kolay değildir. Her şeyden çıkar elde etmeye çalışan insanlara kızarken, en büyük çıkarcılardan biri olduğunu fark ettin. Hayatın, çıkarlarına hizmet etmekten ibaretti. Yalnızlığı seçtiğini sandın sadece. Ya da seçmeye çabalasan da yalnız kalamadın hiç. Belki rahat bırakmadıklarından, ama, hiç yalnız değildin. Ve kalır gibi olduğunda korktun sen. Yalnızlığı seçme kisvesi altında, yalnızlıktan korktun. Amacın ne?
III: Duruluş; Her şey Yerli Yerine.
“Aşkın kendisini mutluluğa kavuşturmadığından dert yanan kişi aşk konusunda aldandığı için böyle konuşur: alınacak bir armağan değildir aşk.” (Antoine de Saint-Exupéry, Kale)
İnsanlarla olduğunda aşkını unutuyorsan, insanlar aşkına engeldir. Yalnızlığı sevmen de aslında bundan kaynaklanır. Yalnızlığı gün içinde ne kadar özlüyorsan bil ki özlediğin kadar aşıksın. Ben aşık mıyım diye kendine soruyorsan ya da aşık olma isteğini içinde duyuyorsan, yalnız kalma isteğinin şiddetine göre kendini değerlendirebilirsin.
Yaşam, senin ona bakışına bağlı olarak aptalca bir yük veya aşkı öğrenmen için tasarlanmış bir oyun olabilir. Ve senin anlamın; yaşamına verdiğin anlam kadardır. Kendi yaşamının değersizliğini görüp de genellemeye vararak, “Yaşam değersizdir” gibi bir çıkarımda bulunman, sana intiharı sevimli kılar. Kişinin bilgeliği; yaşama, ölüme ve aşka yüklediği anlamlar kadardır.
Bilgelik güzeldir fakat aşk daha güzeldir. Bilgelik çalışmakla başlar, aşk istemekle. Ortak yanları; ikisi de zamanla öğrenilir. O halde aşkı nasıl istediğine, bilgelik için de nasıl çalıştığına çok dikkat etmelisin. Her ikisini de istiyorsan, bunun çok zorlu bir yol olduğunu en baştan kabul etmelisin.
Öğrenmeye başladıkça zıtlıkların aynılığını göreceksin. Zor olanın basit, acı olanın tatlı, uzak olanın yakın, gürültünün sessizlik, kalabalığın yalnızlık, sorunun çözüm, ölümün yaşam oluşu… Zıtlıkların bir bir yok olması şaşkınlığa sebep olacak. Şaşkınlığın sorgulamaya dönüştüğünde öğrenmeye artık başlamışsın demektir ve girdiğin bu yol hiç bitmeyeceği gibi, yoldan dönüş de olmayacaktır. Çünkü yaşayarak öğrenilen, kolay kolay unutulamaz.
Öğrendiklerinle kendini hiçbir yere ait hissedemeyecek, yersizliğini ve kimsesizliğini son haddinde hissedeceksin fakat yapabilecek hiçbir şeyin olmayacak. Kimsesizliğinle yaşamaya devam zorunluluğu seni ara ara bunalıma sokacak. Bunalımını, öğrenmeyi bırakmayarak yeni öğreneceklerinle atlatmalısın. Aksi halde çakılman an meselesidir.
Şimdi huzur içinde uyu.

Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/fikir/uc-adimda-huzur-denemesi/553

24 Şubat 2012 Cuma

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama

Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla.

Boynu bükük duruyorsam eğer
içimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antepin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cigara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenleri
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.

Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
işte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

edip cansever

15 Şubat 2012 Çarşamba

Erich Fried../İki Şiir../Çev. Poetik Mind & B.D

I.

Şüphe etme,
o kimseden,
sana, senden
korktuğunu söylerse!
Ama kork
o kimseden ki
sana,
senden şüphe duymadığını
söylerse!

II.


Çocuklar şakayla
Kurbağaları taşlarlar,
Oysa
Kurbağalar
ciddi ciddi ölürler ..

Erich Fried
Çev. Poetic Mind & B.D

7 Şubat 2012 Salı

HİSSETME SANATI

"... yazı yoluyla dünyanın karışıklığına, insanın karmaşıklığına düzen getirme sanısı, daha ötesini niye söylemeyeyim, sabukluğu, çoğumuza, belki de hepimize, bir utku gibi geliyor; bizleri avutuyor; bir sonraki yazımızla bu utkuyu sürdüreceğimize, büyüteceğimize güveniyoruz. Ne zaman vazgeçeceğiz, kendimizi, birbirimizi böyle aldatmaktan?" (Bilge Karasu, Gece, Sf. 191)
Ruh sarsıntılarının bir kez farkına varan insanın sonunda edebiyata yönelmesi kaçınılmazdır. Çünkü edebiyat; kişinin, ruhsal gerilimlerini tanımak için sarf edilen çabanın bütünüdür diğer tüm tanımlamaların aksine. Ruhun; harf denilen o ilginç şekillere taşması; her şeyin susup dilin konuşması; dilde ruhun ışımasıdır.
Doğadaki tüm yaratıklar arasında, gözlerinin içine bakıldığında, derinlerde bir ruh taşıdığını garip bir şekilde ve şaşkınlıkla anladığımız tek varlıktır insan. Dolayısıyla ister günlük yaptığı rutinlerden, isterse aşkından bahsetsin anlattığı her şey, onun gözlerindeki farklı anlamdan; yani ruh halinden ilham almaktadır. Öyleyse edebiyat; ruhun deviniminden başka bir şey değildir.
Ruh, soğan zarı gibi ince ve saydam bir his tabakasıyla kaplıdır. Ruhtaki devinimin farkındalığında, edebiyata eğilen kişide tabaka gittikçe incelir ve zamanla kıpırdanmaları daha çok hissetmeye başlar. Öyleyse iyi edebiyatçı; en iyi hissedendir.
Hislerden hiç bahsetmeyen, aksine, yazdıklarıyla hislerin saçmalığını ispatlamaya çalışan, aslolanın hissizlik olduğunu her fırsatta vurgulayan yazarlara ne demeli o halde? Edebiyattan anlamıyorlar diyerek kestirip atmalı mı? Aksine, çoğu; iyi yazardır. Hislere kayıtsızlıkları, aşırı hissetmekten doğmuştur. Sarsıntıyı tam merkezinde yaşayan insan, artık sarsıntıdan korkmaz. Daha doğrusu; sarsıntıya alışmıştır. Acıyı en çok çekenlere, senin acılarının komik gelmesi bundandır.
Şair-yazar takımının genelde deli olduğu söylencesine gelince... Ruhundaki sarsıntıları en şiddetli haliyle hissederken, çalkantılarla beraber yaşamak zorunda olmak, güç iştir. Sarsıntılara yenilmek, yenilgiyi kabul etmek; insanı delirtir. Yenilmemek için direnmekse yorar. Görmezden gelmek; gözdeki insanlık ferini söndürür ve bunu, edebiyata gönül veren hiçbir yazar, kolay kolay göze alamaz. Tek çıkar yol, devinimi dinginliğe çevirmeye çalışmaktır. Edebiyatsa ruhu tedavi değil, tanıma sanatı olduğundan bu iş, edebiyatın konusunu aşar. Çoğu edebiyatçı ruhunu tanımakla kalırken, pek az bir kısmı tedaviye gider. Demek ki; edebiyata gönül verenlerin çok azı deli değildir diyebiliriz.
Sonunda deli olmayanlar, anlamak için kendini yok edenlerdir. Ruhun üzerindeki his zarını incelttikten sonra yok edip(ruhun derinliklerine inip) ruhuyla yazarken, yazan kişi artık o olmaktan çıkmıştır. Okurla okunan arasında bir yazarın olmadığı da, kendini belli etmektedir.
Yazar, yazarak dünyanın veya insanın sancılarını dindiremeyeceğinin bilincinde yazmıştır yazılması gerekeni. Okursa, okuyarak hiçbir şeyin daha iyi, daha güzel olmayacağının farkındadır. Ancak yazan yazmak, okur da okumak zorunda olduğunu hepsinden önce biliyordur. İşte bu durum sarsıntının son hali, sükûnetle arasındaki son çizgidir.
Aslında gecenin sesidir edebiyat. Gececilerin mesleğidir. Gündüz, yaşadığını hissedemeyenlerin karanlık sığınağı, aydınlanma ümididir.
Hayır! Ne sığınak, ne ümit... Edebiyat, parçalanmanın eş anlamlısı; parçalanarak bütüne karışma düşüdür.
Yoksa, tüm bunların dışında, rastlantı avcılığı mıdır edebiyat?
Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/deneme/hissetme-sanati/481