7 Şubat 2012 Salı

HİSSETME SANATI

"... yazı yoluyla dünyanın karışıklığına, insanın karmaşıklığına düzen getirme sanısı, daha ötesini niye söylemeyeyim, sabukluğu, çoğumuza, belki de hepimize, bir utku gibi geliyor; bizleri avutuyor; bir sonraki yazımızla bu utkuyu sürdüreceğimize, büyüteceğimize güveniyoruz. Ne zaman vazgeçeceğiz, kendimizi, birbirimizi böyle aldatmaktan?" (Bilge Karasu, Gece, Sf. 191)
Ruh sarsıntılarının bir kez farkına varan insanın sonunda edebiyata yönelmesi kaçınılmazdır. Çünkü edebiyat; kişinin, ruhsal gerilimlerini tanımak için sarf edilen çabanın bütünüdür diğer tüm tanımlamaların aksine. Ruhun; harf denilen o ilginç şekillere taşması; her şeyin susup dilin konuşması; dilde ruhun ışımasıdır.
Doğadaki tüm yaratıklar arasında, gözlerinin içine bakıldığında, derinlerde bir ruh taşıdığını garip bir şekilde ve şaşkınlıkla anladığımız tek varlıktır insan. Dolayısıyla ister günlük yaptığı rutinlerden, isterse aşkından bahsetsin anlattığı her şey, onun gözlerindeki farklı anlamdan; yani ruh halinden ilham almaktadır. Öyleyse edebiyat; ruhun deviniminden başka bir şey değildir.
Ruh, soğan zarı gibi ince ve saydam bir his tabakasıyla kaplıdır. Ruhtaki devinimin farkındalığında, edebiyata eğilen kişide tabaka gittikçe incelir ve zamanla kıpırdanmaları daha çok hissetmeye başlar. Öyleyse iyi edebiyatçı; en iyi hissedendir.
Hislerden hiç bahsetmeyen, aksine, yazdıklarıyla hislerin saçmalığını ispatlamaya çalışan, aslolanın hissizlik olduğunu her fırsatta vurgulayan yazarlara ne demeli o halde? Edebiyattan anlamıyorlar diyerek kestirip atmalı mı? Aksine, çoğu; iyi yazardır. Hislere kayıtsızlıkları, aşırı hissetmekten doğmuştur. Sarsıntıyı tam merkezinde yaşayan insan, artık sarsıntıdan korkmaz. Daha doğrusu; sarsıntıya alışmıştır. Acıyı en çok çekenlere, senin acılarının komik gelmesi bundandır.
Şair-yazar takımının genelde deli olduğu söylencesine gelince... Ruhundaki sarsıntıları en şiddetli haliyle hissederken, çalkantılarla beraber yaşamak zorunda olmak, güç iştir. Sarsıntılara yenilmek, yenilgiyi kabul etmek; insanı delirtir. Yenilmemek için direnmekse yorar. Görmezden gelmek; gözdeki insanlık ferini söndürür ve bunu, edebiyata gönül veren hiçbir yazar, kolay kolay göze alamaz. Tek çıkar yol, devinimi dinginliğe çevirmeye çalışmaktır. Edebiyatsa ruhu tedavi değil, tanıma sanatı olduğundan bu iş, edebiyatın konusunu aşar. Çoğu edebiyatçı ruhunu tanımakla kalırken, pek az bir kısmı tedaviye gider. Demek ki; edebiyata gönül verenlerin çok azı deli değildir diyebiliriz.
Sonunda deli olmayanlar, anlamak için kendini yok edenlerdir. Ruhun üzerindeki his zarını incelttikten sonra yok edip(ruhun derinliklerine inip) ruhuyla yazarken, yazan kişi artık o olmaktan çıkmıştır. Okurla okunan arasında bir yazarın olmadığı da, kendini belli etmektedir.
Yazar, yazarak dünyanın veya insanın sancılarını dindiremeyeceğinin bilincinde yazmıştır yazılması gerekeni. Okursa, okuyarak hiçbir şeyin daha iyi, daha güzel olmayacağının farkındadır. Ancak yazan yazmak, okur da okumak zorunda olduğunu hepsinden önce biliyordur. İşte bu durum sarsıntının son hali, sükûnetle arasındaki son çizgidir.
Aslında gecenin sesidir edebiyat. Gececilerin mesleğidir. Gündüz, yaşadığını hissedemeyenlerin karanlık sığınağı, aydınlanma ümididir.
Hayır! Ne sığınak, ne ümit... Edebiyat, parçalanmanın eş anlamlısı; parçalanarak bütüne karışma düşüdür.
Yoksa, tüm bunların dışında, rastlantı avcılığı mıdır edebiyat?
Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/deneme/hissetme-sanati/481

Hiç yorum yok: