22 Aralık 2012 Cumartesi

SICAK GÖLGELER



Mutasyona uğramış hayatlar yaşıyorum

Dönen her şeyin çapıyım

İç açılarımınsa toplamı sıfır

 

Kaçamak bakışlar altında ezilmişliğim

Ve heybeden sızan süt

Gölgelerim sıcak bir çay dumanı

Soğursam, çaresiz yalnızlık

 

Bileklerde sallanan bol kol saatleri

Zamanın değil, markanın ihtişamı

Şehrin azizleri kirletti ruhumu

 

Gündüz kafes… An ve sis

Gece nefes…  Al ve sus

 

Mustafa Çolak

5 Aralık 2012 Çarşamba

SES VE NEFES


-Abi ne zaman çıkacaksın?
-Nereye?
-Ferzan Bey’e.
-Öğleden sonra çıkacağım, siz Muhsin Bey’den gelen sipariş formlarını toparlayın. Hiçbir eksik kalmasın. Ferzan Bey yarın yurt dışına çıkıyor. Bana bak; tek bir eksik form kalırsa kıyıda köşede, sonra gelip de abi imzalanmadığından sipariş geçemedik, bilmem ne derseniz, kabul etmem! Adam bir hafta yok.
-Toparladık abi. Hazır.
-Tekrar bak, kontrol et. Ben toplantıya geçiyorum. Al telefon sende kalsın.
Masasının üzerinde evraklar yığılmıştı. Kendisinin yapacağı tek hamleye bakan bir ton firma ve bir ton yönetici vardı. Tek bir hatayla ekmek kapısını binlerce lira zarara sokabilirdi. Çok dikkatli olmalıydı. Yapacağı işleri tek tek not aldığı halde, gözden kaçırmış olabileceği işler olabilirdi. Tekrar tekrar yaptığı ve yapacağı her işi hızlıca kontrol etmeliydi. Zamanın buna yetmesi imkânsızdı ama yöneticilerine asla; “zaman yetmiyor” diye bir mazeret sunamazdı. Onun işi zamanı yetirmekti.
Alnında boncuk boncuk terler, yaptığı keskin hareketlerden sonra evrakların üzerine damlıyordu. Ofisin tek bir penceresi yoktu ve küçücük odada altı kişi çalışıyorlardı. Telefonlar susmuyor, gelip giden firma temsilcileri eksik olmuyordu. Bu boğucu ortamda düzenli, seri ve disiplinli çalışmak zorundaydı.
Bilgisayar başında kaydettiği belgeyi var gücüyle ararken bir an durdu. Zamanında yanlışlıkla kaydedip, silmeyi unuttuğu bir fotoğraftı onu durduran… Şimdi de yanlışlıkla açmıştı. Açtığı gibi de aklından tüm işler çıkıp gitmişti. Yer, zaman, kimlik hafızası bir anda adeta silinmişti. Durdu, durdu ve durdu… Öylece ekrana bakıyordu. Baktıkça farkında olmadan yüzünde tebessüm oluşuyor ve her saniye daha çok belirginleşiyordu.
“Alooo!” sesiyle irkildi. “Yemeğe çıkıyoruz, geliyor musun?”
“Ha… Yok… Siz çıkın. Ben sonra yiyeceğim.” Diyebildi. Ve herkes gidince arkalarından kapıyı kapatıp ekrana bakmaya devam etti. Aklına gelen delice fikir kalbinin hızla çarpmasına neden olmuştu. Bunca zaman sonra tekrar sesini duymak… Acaba?... Olur muydu?... Nasıl olurdu?
Aradı. Parmakları rakamların yerini hiç düşünmeden, kendinden hareket edip numarayı çevirivermişlerdi. Hayret etti. Bırak numarasını unutmayı, çevirirken teklememişti bile.
Ve o ses:
-Efendim.
-Alo.
-Efendim?
-Vedat ben.
-Vedat?
-Vedat… Vedat Keskin.
-Aaaa! Vedaat! Napıyorsun, nasılsın?
-İyi. Napim. Çalışıyorum. İşte… Sen?
-Aynı valla bildiğin gibi koşturmacaya devam…
-Aynı mı her şey?
-Aynı aynı hiçbir değişim yok. Sende ne var ne yok?
-Ben de öyle… Hep… Aynı yani…
-Hayırdır? Nereden esti böyle aramak?
-Hiç. Öyle. Ne bileyim. Merak ettim… Neler yapıyorsun?
-…………
-…………
-…………
-Bir ihtiyacın olursa her zaman arayabilirsin. Çok mutlu oldum aradığına.
-İhtiyacım oldukça ararım.
İki dakika konuştuktan sonra telefonu kapattı. Yaşamak için nefes almaya ihtiyacı vardı.
 

 
Tankut Tiran
   edebifikir