27 Ekim 2011 Perşembe

MAHKUM

-Beyefendi müsaade edin!
Kenara çekilirken ne olduğunu merak ederek arkasına baktı beyaz önlüklü delikanlı doktor adayı. Yanından hızla geçen eli tüfekli jandarmayla göz göze geldi. Tüfekliye yetişmeye çalışırcasına arkadan adımlarını hızlandıran eli kelepçeli adamın iki kolunda iki jandarma, en arkada bir tüfekli jandarma daha sert ve seri adımlarla geçiverdiler asistan doktorun yanından. Jandarmalar, ortalarına aldıkları mahkumla birlikte hastane koridorlarındaki kalabalığı yara yara ilerliyorlardı. Sırtlarında “JANDARMA CEZAEVİ” yazıyordu. Doktor adayı askerlerin sırtlarına şöyle bir göz gezdirip yavaşça yürümeye devam etti bahçeye doğru, yoğunluktan kaçmış sigara içmeye çıkıyordu, keyifliydi.
Jandarma rüzgarı, oturaklarda poliklinik sırasının gelmesini bekleyen ihtiyar teyzelerin yazıklanarak mahkuma bakan gözlerinden hiç etkilenmişe benzemiyordu. Hızla esmeye devam ediyordu koridorlarda. Gençler dirsekleriyle birbirlerini dürterek mahkumu işaret ediyor, önüne bakarak yürüyen güzel giyimli bir kız, yanından geçerlerken başını kaldırıp mahkuma bakmadan edemiyordu. Veznede karşısındaki adama avazı çıktığı kadar bağıran bir diğer genç kız ise, bu bağırış esnasında bir anlık mahkumla göz göze geldi ve hastalarla boğuşmaktan usanmışlığı bir bakışta anlaşılırken, sesini yükselterek bağırmaya devam etti. Başını annesinin omzuna yaslamış delikanlı gürültüden uyanacak gibi olup burnunu kaşıdı fakat gözlerini açmadı.
Eli kelepçeli mahkum bomboş bakan gözleri, düşmüş omuzlarıyla itiraz etmeden yürümeye devam ederken kim bilir belki de; “aklımdan şu an ne geçtiğini düşünen, benim yerime kendini koyan var mıdır?” diye düşünüyordu. Bense hemen arkalarından onları takip ediyordum. Ve tam olarak yaptığım şey; kendimi mahkumun yerine koymaya çalışmaktı.
Mahkum anlaşılmak istiyordu, başkalarının kendisini anlamasını istiyordu. Evet, belki birçok kişi kendisine yönelen gözlerin farkındaydı fakat kimse onları kendi gibi anlamıyordu, anlayamazdı. Herkes, herhangi bir gününü feda ederek hastaneye gelmişti işini görüp gitmek için ancak kendisi getirilmişti, düşünen olur muydu bunu? Ve getirildiği gibi de götürülecekti. İki kolunda iki askeri hissetmek nedir bilebilirler miydi? Penceresi bile olmayan zırhlı mahkum taşıma aracına hiç binen var mıydı içlerinde? Oradakilerin yüzüne hiç demir parmaklık kapanmış, demirin pis kokusunu onun kadar hiç duyabilmişler miydi?.. Nasıl duyabilirler, nasıl bilebilirlerdi ki… Yaşamayan neyi bilebilirdi? Eline kalem almış yazar, bir mahkumu anlatırken onu ne kadar anlayabilirdi ki…
Kendini birinin yerine koyma(empati) safsatasının aslında bir halta yaramadığını, empatiyi en iyi kuranlar anlayabilirdi oysa. Kimsenin kimseyi hiçbir zaman tam manasıyla anlayamayacağını bir onlar bilebilirdi.
2010
Mustafa Çolak

Hiç yorum yok: