7 Kasım 2011 Pazartesi

HİÇBİR ŞEYİN HİKAYESİ

Uykuyla uyanıklık arasında, aslında yapacağım çok iş varken fakat hiçbir iş yapmıyorken… Düşünmek mi? Hayır, düşünmüyorken… Dedim ya; hiçbir şey yapmıyorken, yapamıyorken… 

Bir hikâye anlatmak istiyorum. Başı ve sonu olmayan bir hikâye. Konusu da olmayan… Hiçbir şeyi olmayan, bomboş, belki de -dopdolu- bir hikâye… Bu şekilde biraz olsun ferahlayacağımı umuyorum.

Benim hikâyem, yani boş insanın ya da insan olmaya çalışanın hikâyesi. Olmamaya çalışan mı deseydim? Bunların önemi yok. Anlatacağım hikâyenin de önemi yok. Belki de vardır kim bilir… Fakat anlatacağım bir hikâye de yok! Saçmalıyor muyum? Bazen saçmalık okumayı daha çok sever insanlar, saçma yaşamayı sevdikleri gibi; bu yüzden zararı yok. İnsanın başlı başına bir saçmalık olmadığını kim kanıtlayabilir? Veya anlatılan tüm hikâyelerin bir anlamı olduğunu?

Uykuyla uyanık arasındayım, bir an önce kalemi bırakıp uyumak istiyorum. Üşeniyorum yazmaya, her şeye üşendiğim gibi. Ama kalemi elime alınca kalem, iradem dışında kâğıt üzerinde hareket etmeye başlıyor sanki. Dopdolu hissediyorum kendimi ve elimin hızına yetiştirmeye çalışıyorum düşüncelerimi. Parmaklarım ağrıyor böyle zamanlarda. Düşünce demeye bin şahit isteyen görüntüler, sesler veya görüntüsüz-sessiz-kokusuz-tatsız beynimde hareketlenmeler… Bu arada hikâye anlatacaktım değil mi?

Hikâyemi, insanın hikâyesini, hiçbir şeyin hikâyesini. Hiçbir şeyin hikâyesi olur mu demeyin, oluyor işte. İnsan, insan olduğunu unuttuğunda hiçbir şeydir nihayetinde. Derinliklerle basitlikler arasında gidip gelen bir hikâyedir bu insanın hikâyesi. Bazen sonsuz derin görünür, bazen yüzeysel. Yüzeysel sandığın, aslında derin olandır belki. Gözünü her an dört açması gerekendir bu insan. Bir türlü hiçbir şey bilemeyen, anlatamayan, kavrayamayandır. Anladığını sandığı anda işin aslının tam tersi olduğunu görüp, içi sıkılandır. Dolayısıyla her şeye heyecanla atlayıp, elinde hiçbir şeyle geri dönendir.

Ne demişti hoca? “Eğlenceli gençlerden sıkıldık, ‘sıkıcı’ gençler arıyoruz. Benimle sürüden ayrılmaya var mısınız?” gibi bir şey söylemişti. Tüm bu binlerce yıllık edebiyatçı ve filozofların hikâyelerinin sebebi sürüden ayrılma isteği mi yani? Bu kadar basit mi? Değil. Dedim ya; basit görünenler hiç de basit olmayabiliyor bu insanın hikâyesinde.

Aşk, olgunluk, yalnızlık, anlam arayışı, sessizlik ve kalabalık içinde tenhalık, gitmek, gidememek, tüm gidiş ve gelişler, kopuşlar, yırtılmalar, bocalamalar, incitmeler, insana aldırış etmemeler… Felsefe ve edebiyatın tüm konuları! İşte asıl basitlikler. Derin insanların basit hikâyeleri. Sürüden ayrılmak isteyen birkaç üretken insanın ürettikleri… Ben de onlardan biriyim. Hiç de sanıldığı gibi derin değildi bu insanlar ve ben de değilim. Derin insan; derin görünen basitliği algılayan insandır. Sığlık denilende derinliği gören ve atlayıp boğulmaya gerek duymayan insandır. Boğulanlardır asıl akılsız olanlar. Belliyse derinlik, ne kadar derin diye bakmana ne lüzum var? Derin işte… Boğulmadan önce boğulacağını sezebilmektir asıl erdem.

Hikâye toparlandı sanırım yavaş yavaş. Hiçbir şeyin hikâyesi tam olarak budur işte. Ne anlattım? Hiçbir şey. Hiçbir şeyde çok şeyi anlayanlaradır hikâyem. Çok şeyde zaten çok şey vardır ve açık-seçiktir. Giz’i kavrayandır bu hikâyenin muhatabı. Hiçbir şeyin gizi.

Artık uyusam iyi olur.

Mustafa Çolak

yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/hikaye/hicbir-seyin-hikyesi/159

Hiç yorum yok: