19 Eylül 2018 Çarşamba

ERDEMLİ GAZOZU



Bugün burada hiçbirimiz Erdemli gazozunun, Erdemli'ye yılda bir defa ailesiyle tatile giden beş yaşında bir çocuğun dünyasında temsil ettiği anlam üzerine hiç kafa yormamışızdır. Hatta Erdemli gazozu diye bir gazoz olduğunu bilmiyoruz bile. Bu gazozun tadı diğer gazozlara göre daha güzel değildir, şişesi daha görkemli değildir fakat çocuk dünyasında bir duygusal yaşanmışlığa işaret etmesi bakımından çok şeyden önemlidir. Beş yaşında bir çocuk her yaz yayladayken, babasından bozuk para isteyip, iki yaşındaki kardeşinin elinden tutup beraber koşarak köşedeki bakkaldan Erdemli gazozu alırdı. Nostaljik hissiyatlarla bu yazıyı yazdığım için geçmiş zaman kullandım. Alırdı değil, aldı. O aldı ve ben yazmaya başladım.

Bu gazoz çocuk için sevgidir, kardeştir, heyecandır, saflıktır, samimiyettir. Beyninin hafıza kısmı yeni çalışmaya başlamış bir insan için ilk kez kaydedilen bir sürü güzel kavram ve hislerdir. İnsan, yaşadığı önemli olayları unutur, hissettiği önemli duyguları unutmaz. Ve bu duyguların kişilik oluşumuna işlediği kazanımlar silinmez.

Soru şu: Bu çocuğun 30 yaşına geldiğinde, çok güvendiği bir dostuyla eskileri yâd ederken gülümseyerek, belki de gözleri nemlenerek ya da bir noktaya bakıp dalıp giderek hatırlayacağı, hafızasının çok derinlerindeki bu küçücük gazoz hatırasının uyandıracağı tatlı hüznün yerini ne alabilir? İşte insan beyninin yaşama esnasında biz farkına varmadan yaptığı anı biriktirme işi, dünyada hiçbir robotun ve teknolojinin asla yapamayacağı bir iştir. Çünkü hafıza, yaşananı o anki hislerle birlikte saklar. Sadece ses ve görüntüden ibaret değildir.Pedagoji veya psikoloji uzmanları bu anıların kişilik üzerindeki etkilerini inceleyedursun, bahsettiğim tatlı hüznü en güzel açıklayacak kişi edebiyatçıdır. Ben malesef bu kabiliyette bir edebiyatçı da değilim. Sadece bu çocuğun babasıyım. Derdim aslında açıklamak değil, tam anlamıyla yaşatmak.

Nerede erken büyümek zorunda bırakılan çocuk görsem, bu beni yaralar. Sadece televizyonda gördüğümüz ve asla anlayamayacağımız, gözünü savaşa açan çocuklar... Kaportacıda, pazarda, sokakta, çöp kenarlarında karşılaştığımız yetişkin çocuklar... Tüm bunlardan hiç haberi yokmuşçasına bas bas bağırırken bir kadın, annesinden azar işiten çocuğun bakışlarında gizli masumiyet... Utana utana ''Ben yapmadım'' diyen çocuğa vurulan yalancı damgası... Dayak yiyen bir çocuğu ağlatan şeyin fiziksel değil, ruhsal ağırlık olduğunu bilmeyen ana babalar... Ve sürekli bir yerlere yetişmek için kolundan çekiştirilen acil yaşamlar... 

Çocuğun dünyasında yetişkinlerin gülüşünün veya kızmasının yahut durup bakmasının barındırdığı anlamı bir yetişkinin anlaması ne kadar mümkün olmasa da bir zamanlar çocuktuk, belki çocuk olmaya dair küçük bir şeyler aklımızda kalmıştır. Tamam, çocukla empati yapamazsın, çocuk değilsin. Ama hiç mi bir gazoz hatıranız yoktur be kardeşim? Biraz olsun çocukluğunuzu hatırlayın! Çocuklukta illa ki müthiş hissettiğiniz anlar olmuştur, bir düşünün! Ve artık çocuğunuzun hissetmesine her şeyden çok yoğunlaşın. Çocukluk aceleye getirilmez. Çocuk tertemiz duyguları sükunetle hissetmeli, doya doya hissetmeyi öğrenmelidir. Sürekli çocuklarımıza doğru davranış öğretmeye çalışmaktan, hissetmelerini önemsemez olduk. Makinalar yetiştiriyoruz!

Bir düşün bakalım: Belki doğru davranan ama duyguya önem vermeyen, hızlı yaşayıp fast food yerken duygularını da aynı hızda bitiren bir neslin sebebi tam olarak da sen olabilir misin?


Mustafa ÇOLAK
           TDT

20 Eylül 2017 Çarşamba

Baba Okula Gitmiiyyycem!

Anaokuluna başlayan bir çocukla babası arasındaki diyaloglar…
– Oğlum sana bir şey anlatayım mı? Ben senin gibi küçük bir çocukken hiç okula gitmek istemiyordum biliyor musun? Annem beni okula götürürdü, yol boyunca ağlardım. Okula girince de ağlardım. Sınıfta güç bela susardım. Annem pencerenin önünden ayrılırsa yine basardım yaygarayı. Pencereden sürekli beni izlerdi. On beş gün boyunca böyle devam etti.
– Sen çocuk muydun baba?
– Evet oğlum aynı senin gibiydim. Aynı senin gibi okula gitmeyi hiç istemezdim. Ama sonra ne oldu biliyor musun?
– Ne?
– Ben okula arkadaşlarıma alıştım. Annem artık pencereden bakmaz oldu. Ben de hiç ağlamaz oldum. Okulu çok sevmiştim.
– Gerçekten mi baba? Sonra ağlamadın mı hiç?
– Hiiiiç ağlamadım. Arkadaşlarıma alışınca her gün okula gitmek istedim.
***
– Bak güzel oğlum, okula gitmen gerekiyor. Etrafına bak, bütün çocuklar okula gidiyor. Bak herkes çantasını takmış, şu kızı gördün mü? Ooo, şuna bak şuna bak çantası örümcek adamlı.
– Benimki de Betmenli!
– Bence seninki daha güzel.
– Baba okula gitmiiyyycem!
– Akşam alacağız seni, parka gideceğiz, bisiklet süreceksiiiiin. Ama şimdi okula gitmen gerekiyor.
– Baba okula gitmiiyyycem!
***
– Baba, yarın okula gitcek miyim?
– Evet oğlum.
– Hayır gitmiiyyycem!
– Gideceksin.
– Gitmiiyyycem!
– Gideceksin.
 Baba gitmiiyyycem.
– Neden?
– Çünkü istemiyorum.
– Neden istemiyorsun?
– İstemiyorum.
***
– Baba ben yarın okula gitmiiyyycem!
– Gitmen gerekiyor güzel oğlum. Okula gidip okumayı öğreneceksin, yazmayı öğreneceksin. Kendi adını yazacaksın mesela. Babanın adını yazacaksın. Resimler çizeceksin, arkadaşların olacak. Onlarla faaliyetler yapacaksın. Oyunlar oynayacaksın. Ve bir sürü şey öğreneceksin. Ben her şeyi okulda öğrendim biliyor musun?
– Her şeyi mi?
– Okula bir alış var ya, o kadar güzel şeyler öğreneceksin ki şaşırırsın. Koşa koşa gelip bana anlatacaksın sonra. Her gün yeni şeyler öğreneceksin.
– Babaaa…
– Efendim oğlum?
– Ben var ya sabah yine ağlarım ha!
– Niye oğlum.
– Çünkü ben okula gitmek istemiyorum…
***
– Baba, ben yarın okula gitmiiiyyycem.
– Neden oğlum?
– …
– Neden gitmeyeceksin?
– Çünkü istemiyorum.
– Neden?
– İşte.
– Tamam da neden istemiyorsun?
– Çünkü bana kötü davranıyorlar.
– Kim?
– Öğretmenim.
– Aaa, ne yapıyor sana öğretmenin?
– Dövüyor. (Sinsice gülümsedin. Bu senin doğru söylemediğine işaretti.)
– Demek dövüyor. Gösteririm ben ona! Yarın oraya gelip ben de onu döveceğim. Nasıl dövermiş benim oğlumu? Öyle bir döveceğim ki görecek gününü!
– Babaaa!
– Efendim!
– Şaka yaptım şakaaaa…
– Şaka mı?
– Şaka yaptım baba öğretmenim beni çok seviyo.
– Eee, peki neden istemiyorsun oğlum o zaman gitmeyi?
– Orda çok insan var.
– Ne oluyor çok insan olunca?
– …
– Tanımadığın için sana yabancı geliyorlar. Bunu anlıyorum. Ben de çocukken tanımadığım insanlarla konuşmayı sevmezdim. Ama biraz zaman geçirince sevdiğin arkadaşların olacaklar. Onları görmek isteyeceksin. Hatta sana diyeceğim ki oğlum okula gitme bugün. Sen de hayır baba gitmek istiyorum diyeceksin. Çünkü arkadaşlarını özleyeceksin.
– Özlemiiicem.
– Tamam oğlum gel hadi satranç oynayalım.
– Babaaa…
– Efendim?
– Ben yarın okula gitmiiyyycem.
– …
***
– Baba okula gitmiiyyycem!
– Hadi oğlum giy üstünü bak geç kalıyoruz.
– Baba okula gitmiiyyycem!
– Suluğunu aldın mı? Bak unutacaksın yine.
– Baba okula gitmiiyyycem!
– Hadi oğlum bak annen seni bekliyor koş yanına, koş koş koş üstünü giy.
– Baba okula gitmiiyyycem!
– Oğlum… Çok konuştuk bu konuyu, dün de konuştuk, bak yeter artık sıktı bu konu.
– Baba okula gitmiiyyycem!
– Yürü dedim sana!!!
– …
*** 
– Babaaa… Ben yarın okula gitcek miyim?
– Evet oğlum.
– Peki ne zaman tatil?
– Dört gün sonra. 

(Sen de yenildin oğlum. Daha kötüsü yenilgiyi kabullenmek zorunda kaldın; “Okula gidecek miyim?” dedin. Sesinden, vereceğim cevaba koşulsuz itaat edeceğin anlaşılıyordu. Tecrübeli anne babalar buna alışmak diyorlar.)

Mustafa Çolak
edebifikir.com

17 Mart 2017 Cuma

Kör/ebeyim Suçüstü Yumdum G/özümü


Züleyha ÇAY şiiri...
Üşüten bir mum alevi gece
Daha sabaha kaç karanlık eklemeli ey adı yar olan ?
Afedersiniz… Adınız aşk diye sevmiştim.
Düşüşümü bilin diye gözlerinizin önünde yığıldım,
– ‘topla kendini , kan görmeden aşk olmaz ’ –dediniz.
Peki tutup yüreğimin mahrem köşelerinden,
kalkmayı öğretecek yar değil miydi isminiz?
Afedersiniz, ne de düşüncesizim, çünkü düşünce/sizdim…
Dört duvar derisi kavlamış dehlizlere (s)açılan rutubetli
hüznün kapı ardında küçük kız…
Islayıp serçe parmağını topluyorken içlenmelerini ,
örüklü dilinin kurdelaları hiç boylanamayacağım
paltonuzun iç cebinde mi gizli?
Lütfen pişirin içimde çöreklenen bu çare/sizliği, sizi taşıyorum!
Ağzı gevşemiş bir mahfi keseyken yürek, susuşunuz kadar çığırtkan,
yalnızlık boyu hafakan, söz gümüşü lutfedin gözlerime inen geceye.
Kördüm… Ve gördüm.
Ağlak mevsimlerin ısladığı eğreti taşlık manastırın kıyısına
çıkartıp asmışsınız içinizden arta kalanları.
Kendimi t/uzağınızda buldum.
Uzansam edebi uykulu bir düş(üş) ardınız.
Ardıma yürütsem hıçkırıkları,
size sırt çevirmek her adımda çift çelme.
Hem ne çok sakarım bilirsiniz, sizi de yanlışlıkla sevmiştim!
kör/ebeyim suçüstü yumdum gözümü…
Size yazmak mecazi fıtratların asil debdebesiydi,
üzgünüm, özendim.Uzun zamandı…
Yol iz yoktu. O zamanlar aşındı gönlümün felahının eşiği.
Gözlerinizin önüne döktüm tüm sağırlığınızı.
Kanım akmazdı , uğultum kesse nefesimin şakağını.
Özledim de… Gel(me)diniz.
Peki ya, saçımdan topuğuma yoklayan ölüm siz değil miydiniz ?
Afedersiniz…
Ben sizi üşüyorum. Elleriniz cebinizde ya hani,
merakındayım, siz, rüzgarın yari misiniz?
Gözlerimi bağladı ne çok tebdil-i suretiniz.
Evvel solumdan geçmişsiniz,
el yordamıyla seçilmiyor ki aşk, bilesiniz..
Gittiniz sonra… Ve lakin ‘‘özleyerek dönmek için’’ dediniz.
G/özlediniz ne çok, gel(e)mediniz..
Siz en çok (t)uzaktan (g)özlemeyi mi bilirsiniz?
Yine aşka bağlanmak üzre dilimi çözün!
Heveslerimden tutun kaldırın beni, nasıl olsa düşünce/sizim…
Düşümce siz.
Ah efendim bir bilseniz, içimde ne çok değer/sizsiniz!
Yağmur bahane, melekler sizin nazarınıza malik olmaya iniyor kente
Üsküdar’ın endamı kime sanıyorsunuz?
Baksanıza, aşkın çekincesinden peçesini iğneliyor Beykoz,
denizdeki aynalara göz süzerken siz.
Sözlerimi dize getirin, dergahınızda daim aşka talibim.
Defettim bariz isyanlarımı, dilimi üfledim de eşiğinize geldim.
Ben ki na-reften süzülen pejmürde bir derviş,
aşk adına yolu geceye vurdum.
Gece ki öz aşkın döşeğinde inzivada…
Tesbih tesbih çekiliyoruz aşk/la, otuzüç boncukta bir eksiksiniz!
Yan/sızım…
Heybemde kaybedeceğim hiç birşey’sizliğimle ,
çıplak ayak dolanıyorum mikâtınızda.
Ele verdim kendimi , ele vermeyin beni!
Gidecek yanım çok ancak, gözlerime Yusuf ‘un rayihasıyla
gömlek sürenim yok!
Yok mu ensar bir yürek?
Hayli kalabalık çaresizliğim, oysa bilin ki
ezelinden mahzun bir muhacir(d)im.
sağım..
solum..
önüm..
ardım.. aşk!
Yaradan’a işittirdim , kapıyı açın!
Aşkın vahyinde hicretinize geldim

29 Haziran 2016 Çarşamba

ÇİÇEKLİ ELBİSE

“Aldanış, insanın en büyük ihtiyacı” derdi hocam. Ne kadar da doğru söylemiş meğer. Zira insanın ihtiyacı olan bu aldanışın iradi olduğu yani insanın kendini kandırmaya meyyal olduğu apaçık. Çünkü insan yenildiğini kabul etmek istemez, kendi kötü hallerinin şahidi olmaksa hiç istemez. Bu sebeple kendini görmek istediği gibi görür ki işte buna biz kendini aldatma ya da kendinin körü olma hali diyoruz.
Varlığımızı devam ettirmek, kişisel tatminlerimizi sağlamak için yolumuz bir şekilde aldanış sokağına sapıyor. Yoldaki trafik işaretleri aldanış sokağını çıkmaz yol olarak gösterse de biz yine de o sokağa dalıyoruz, hem de isteyerek… İşte mesele burada, insan ölüme doğru bir varlık ve bu ölüme doğru gidişini görmezlikten gelmekle kendini görevli hissediyor. Hissediyor çünkü ruhunun değil nefsinin sözünü dinliyor. Ham sesi yani…
Bütün bu düşünceler Eşik Yayınları’ndan Çıkan Çiçekli Elbise kitabının marifeti… Ama önce Edebifikir’den bahsetmem gerekiyor. Çünkü Çiçekli Elbise kitabı, Edebifikir sitesinde yayımlanan öykülerden bir seçki. Yayınladıkları telif ürünlerle Türkiye’deki hayatın, edebiyatın, sanatın soluklarını hissettirmeyi amaç edinmiş bir site Edebifikir. 2010 yılında beri de yayında. Her gün, can yakıcı meselelerde kurşundan kelimeleriyle ve modern hayatın mekanik, bön, kravatlı dünyasına keskin bir kahkaha ile saldırıyorlar.
Edebiyat ve düşüncenin pek çok türünde yayın yapan Edebifikir sitesi 5 yıl boyunca sitede yayımladıkları öykülerden bir seçki ile okurlarının karşısına çıktı. Kitapta 14 yazardan toplamda 32 öykü bulunuyor.
Kitap Mehmet Erikli’nin “Cebi Deli Tarık” isimli öyküsüyle açılıyor ama öncesinde seçkiye bir giriş yazılmış. Sulhi Ceylan giriş yazısında Edebifikir’in yola çıkışını şöyle anlatıyor: “Rahat ol” da duran tüm zihinlerin harekete geçirilmesi için bir sözün yeterli olduğunu biliyorduk. Sözün gücünün mihrakı olmak ve edebiyat vadisinin ateş hattında yel değirmenleri ile değil rüzgârın önünde set olunabileceğini iddia edenlere karşı bir duruş geliştirdik. Hikâye, şiir, deneme, eleştiri ve haykırış metinleriyle sesimize ses aradık.”
Mehmet Erikli, kitabın ilk öyküsü olan “Cebi Deli Tarık” da mahallenin haytası Tarık’ın akıllara zarar öyküsünü anlatıyor. Öykünün, okuyucuları içeni çeken giriş cümlesi şöyle: “Cebi Deli Tarık, o çok sevdiği pilavcıyı bıçakladığında yirmi iki yaşındaydı.” Kitap, Davut Bayraklı, Kerim Kolat, Ömer Can Coşkun, Emrah Mete, Celal Kuru, Muhammet Emin Oyar, Mükerrem Mete, Abdullah Karaca, Mehmet Raşit Küçükkürtül, Mustafa Çolak, Sulhi Ceylan, Samet Çıldan ve son olarak da İbrahim Halil Aslan’ın öyküsüyle devam ediyor.
Kitaba ismini veren küçürek öyküyü ise Mehmet Raşit Küçükkürtül yazmış. İnsanın etrafında gerçekleşen olaylara umarsız bakışını yansıttığı öyküsünde nedense insanın tanımını da görüyoruz sanki: İnsan, sadece istediğini görendir.
Kitaptaki bir diğer öykü ise Mustafa Çolak’ın “Hiçbir Şeyin Hikâyesi”. Çolak, başı ve sonu belli olmayan, uyumadan önce okunacak bir öyküyle kitapta yerini almış. Okurlarına adeta ortada hiçbir şey yokken de öykü yazılabileceğini kanıtlıyor ve şöyle diyor: “Eğlenceli gençlerden sıkıldık, ‘sıkıcı’ gençler arıyoruz. Benimle sürüden ayrılmaya var mısınız?”
Birbirinden ilginç 32 öyküyü kapsayan Çiçekli Elbise kitabı raflardaki yerini aldı ve okurlarını bekliyor.
Serdar KOCABAŞ
kaynak: kitaphaber.com.tr

6 Eylül 2014 Cumartesi

KOMİK, BASİT, ÇOCUKÇA


Hayatımın her evresinde ne zaman dönüp arkama baktıysam geçmişimi komik, basit ve çocukça buldum. Beş-on yıl sonra da şuan ki halimi komik, basit ve çocukça bulacağım. Ölürken de demek ki tüm yaşamımı komik, basit ve çocukça bulacağım.
***
Hayatıma girip çıkanlar hiçbiri bir anlam ifade etmiyor. Düşündüğümde, içimde herhangi bir duygu uyanmıyor. Bugüne kadar yazdığım tüm şeyler de öyle. Sokaklar, otobüsler, yollar, karanlık sessizlik de boş ve gereksiz.
***
Aidiyetmiş tüm mesele. Kendini bir yere, bir yuvaya ait hissedebilmek. Ve görev bilinci… Görevimizi ifa etmek. Tüm mesele bu.
Evden camiye gidip gelen ihtiyarlar… Meğer ne çok şeyin farkındalarmış.



Mustafa ÇOLAK
   edebifikir
 

3 Ocak 2014 Cuma

SARIMSAK KOKUSU


Ölümsüzlük zannıyla yaşadığım tüm günlerin derin acısını içimde ağır bir kaya gibi taşıyorum. Ara ara kalbime düşüveren ölüm gerçeği; nehir kıyısında otururken beklenmedik bir şeyin su üzerinde salına salına gelip önümden akıp gitmesi gibi bir şey… Onu o nehre atan kim? Ve neden önümde durmuyor da geçip gidiyor?
Çok sıkılıyorum, çok düşünüyorum ve görmezden gelerek yaşamaya devam ediyorum. Sonra diyorlar ki neden yazmıyorsun? Çünkü yazmak; görmektir.
Önüme boş bir defter ve kalem bırakanlara minnettar kalırken, o defter ve kalemi bir köşeye kaldırmaktan da rahatsız olmuyorum. Boş defter ve kalem biriktirmek, sanırım defter doldurmaktan daha akıllıca. Çünkü geçmişini tükenmez kalemle yazdıysan; bir gün üzerine çizgi çeksen de yazdıkların okunacaktır. Okunmaz hale getirmek için üşenmeden karalamalısın. Bu çok yorucu. Kurşun kalemle yazarsan da, sildiğinde yine izi kalır. Ve defter çok yıpranır. Yıpranmış defterlerimin çokluğundandır belki boş defterler biriktirme arzum. Artık istiyorum ki bu defterler hiç dolmasın. Dolmasın ki, bildiklerimle dalga geçerek sürdürdüğüm yaşamıma devam edebileyim.
Sıradanlığım yazılmaya değer değil, yazılmaya değer olanlarsa sadece sıradan olanlar. Ancak yine de yazmak istiyorum. Hiçbir defteri doldurmadan yazabilirim mesela. Yeni bir başlangıç yapmak ve başka bir deftere geçmek çok çekici... Sonra yine, yeniden… Her yazmak istediğimde yeni bir defter açmalıyım. Kesinlikle bu!
Yazmak, yapılması gerekenleri göze alamayanların işi. Seni bekleyen onca şey varken rüzgarın sesini dinlemeyi tercih ediyorsan ya da bir kedinin o küçücük delikten geçişini ilgiyle seyrediyorsan, çöp kovalarını karıştıran eli yüzü pis adamlara gözün takılıyorsa veya mimarisi çarpık yapılar durduk yere seni rahatsız ediyorsa yazıyorsundur.
Çünkü içinde, her derde deva sarımsak gibi bir ruhun var. Soyulduğunda çok kötü kokmasına rağmen, özünde büyük hazineler barındırır. Kokuya bir müddet katlanabileceksen sarımsağı soymalısın. Eğer bu seni rahatsız ediyorsa, daha çok defter eskiteceğe benziyorsun.


Mustafa ÇOLAK
   edebifikir