17 Ağustos 2011 Çarşamba

ÇOK MU BÜYÜTTÜM AŞKI GÖZÜMDE AŞK MI KÜÇÜLTTÜ BENİ BÖYLE

Bazen bir cümlenin çok şey ifade ettiğini hissederiz, fazla şey… Yığınlarca düşünceden, düşe düşe  bir cümledir dilimize düşen, tek bir cümle… Şerhe gerek yoktur. O cümleyi söyleriz ve bitmiştir artık bizim için, başkaları o cümleyi bizim kadar anlayamasa da; söylenmesi gereken söylenmiştir. Bizim içindir o cümle, anlaşılmasına gerek de yoktur.
Buna rağmen insan, anlaşılmak isteyendir. Diline düşmüşse bir cümle, anlaşılmak isteğidir düşüşünün sebebi. Çünkü dil, anlatmak için vardır. En çok da kendi kendine anlatmak, kendine kendini anlatmak için. Ve anlamak için; şekilsiz, renksiz, kokusuz düşünceleri. Sözcük; düşüncenin şekli, rengi ve kokusu değil midir?
Anlam ise anlamak içindir, anlatmak için değil. Dolayısıyla düşen her cümle bizi anlamaya doğru bir adım yaklaştırır, anlatmaya doğru değil. Hani derler ya, kendinizi bir cümleyle nasıl anlatırsınız? Aslında bu soru; “kendinizi bir cümleyle nasıl anlatamazsınız?” şeklinde sorulmalı. Cevap verecek olursam, işte bu cümleyle cevap veririm: “Çok mu büyüttüm aşkı gözümde, aşk mı küçülttü beni böyle?” Hayatımın anlamını tam olarak hiçbir cümle anlatamayacaktır fakat anlam kıyısına en çok yaklaşabilen cümle, yani kendimi bir cümleyle anlatamadığım cümle; budur.
Üç harfin etrafında dönüp dolaşan bir yaşam, anlayamadan, anlatamadan… Arayan, bulduğu halde arayan, bulduğunu anlayamadığı için hep arayan… Aşkın yanı başında aşksızlıktan yakınan… Bazen deliren, bazen içlenen, bazen gülüp geçen, bazen geçemeyip kalan, gülerken ağlayan… Konuştukça konuşan, ne konuştuğunu bilmeden konuşan, düşündükçe konuşan, konuştukça düşünen… Yaşamayı bilmeyen, insanı tanıyamayan, boşluklardan boşluk devşiren… Kimi zaman hayatı doğmak ve ölmek arasındaki zaman diliminden ibaret sanan…  Kimi zamansa en büyük edebiyatçıdan daha büyük edebiyatçı, en usta filozoftan daha filozof… Kendini beğenen, kendinden nefret eden… Ve küçüldükçe küçüldüğünü hisseden… İnsan basit olduğunu kabul edense, etmeyenlerin insanlığını reddederek kaçan, kaçarken kaybolan, kaybolunca bulan, bulduğundan bihaber tekrar ve tekrar arayan… Ne aradığı bilgisinden yoksun, üç harfi yan yana getirip “aşk” derken anlamsızlıktan kıvranan, kıvrandıkça kusan, kusup kusup temizleyen ve temizlenen…
Evet, dönüp dolaşan bir yaşam, ne döndüğünün ne dolaştığının farkında…  Artık olduğu yerde kalmak isteyen bir yaşam, kalakalmak, donmak, durmak, bakmak sadece, öylece bakmak isteyen bir yaşam… Baktığı şeyi anlatmak istemeden, anlaşılmak da istemeden, salt anlama gark olmayı bekleyen bir yaşam…
Hiçbir işi olmadığı halde ve yetişeceği de hiçbir yer yokken, yolda hızlı hızlı yürüyen bir adam gördüysek; o adamın diline düşürmeye çalıştığı çok şeyler olup, bir türlü düşmüyordur belki. Belki de birilerine bir şeyler haykırmak istiyordur, aslında kendine haykırmak istediğini bilmeden… Belki artık hiçbir şey umrunda değildir.
Belki hayat bazen sebepsizce hızlanıp, sonra sebepsizce yavaşlamaktan ibarettir.
Önemli olan; hızlandığın anlarda yönünü doğru tayin edebilmektir.
Mustafa ÇOLAK
mstfacolak@gmail.com
yazı kaynağı: izdiham.com

HEP Mİ SUÇLUDUR GİDENLER?

Hep suçluydu gidenler. Dönüp gidenler günah keçisiydi.

İnsan seviyorsa, gerçekten seviyorsa gitmemeliydi, gidemezdi. Öyle ya, seven sevdiğini nasıl terk edebilirdi? Eğer bırakabiliyorsa, sevmiyor demekti. Böyle öğretmişti bize postmodern şiirler.

Peki aşkının şiddetinden gidenler olamaz mıydı? Bu büyüklük altında sevdiğinin ezilmesinden korkup kaçanlar yok muydu? Ya Mecnun çöle vurmasaydı kendini, dağın taşın kaldıramadığı aşkını Leyla ne kadar sırtlanabilirdi? Aşk, Mecnun’u yakarken Leyla’yı da yıkabilirdi. Çöle attı kendini diye Mecnun’a sitem etme hakkına sahip olmadığını bilendi Leyla. Mecnun’a da ancak böyle bir maşuk yakışırdı…

Gitti sanılırken aslında gelen değil miydi gerçek aşık? Aşka gelen. Ve “Tüm gelmeler senden, tüm gitmeler sanadır aziz yar.” dememiş miydi şair? Nasıl unutulabilirdi? Ama gerçek aşk unutulmuştu ki demek, gitmek artık suç kabul edilir olmuştu. Gidenin nereye, neden gittiği görülemiyordu. Gitmek ve gelmek sanırım birbirine karıştırılmıştı bu çağda. Kavram karmaşaları yaşanılan, anlamların yitirildiği, kelimelerin gerçek manalarından uzaklaştığı çağda aşk da hakiki manasından çok uzaklardaydı. İnsanın tüm inanışlarını tersyüz eden bir devirde çoğunluk ne derse doğru olan oydu ve işin garibi çoğunluk ne dediğini dahi bilmiyordu. Gücü elinde bulunduranların dediği sorgusuz sualsiz kabul edilmişti. Ve çoğunluk; gideni suçlu ilan etmişti.

Aşkın adını şehevî zevklere indirgemiş toplumda gerçek aşkı tadarak, ilişki denilen basitlikten utanıp gidenler de vardı oysa. Kendini anlayamayan biriyle yanmaya başlayan aşkını söndürmemek için aşkı ile kendi arasında perde olana yüz çevirmek zorunda kalan, aşkın adını kirletmekten kaçanlar vardı. Perdeyi değil, ardındakini seçenler… Ama suçlanıyorlardı. Yakınında olursa, yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına ineceği için gitmiş olabileceği hiç kimsenin aklına gelmiyordu. Oysa “giden” diye yaftalanarak hâkir görülürken, salt aşkından gayrı ne varsa –bu, maşukunun teni de olsa- terk edip kendindekine giden, çekirdeğin özüne inen değil miydi aşık?

Giden insan, bir şeylerin eksik olduğunu düşünüp gittiğinde,  aslında noksan olanın kendisi olduğunu unuttuğunu, kendinde tamamlanması gereken şeyi bir başkasıyla değil, yine kendiyle tamamlaması gerektiğini belki de bu gitmelerle öğrenmesi gerekiyordu.


Sevgilisinden ayrılma planı kuranı, sevgilisinden bir türlü ayrılamayanı, sevgilisinden ayrılıp pişman olanı, sevgilisi kendinden ayrılalı yıllar olsa da onu bir türlü unutamayanı… Çeşit çeşit insanlar ve çeşit çeşit gitmeler vardı artık yeryüzünde. Bunların hepsi bir perdeyi beğenmeyip başka bir perde almak için koşuşturup duran, perdeyi açmak akıllarına bile gelmezken aşktan bahsetmeyi çok sevenlerdi. Gidenin sitemi tüm bu ters yöne gidişlere olabilir miydi?

Gündüzü, gecesi ve rüyaları ayrı milyarlarca insan bu olay dizileri içinde devinirken, o gidiyordu. Belki devinimden yorulmuştu. Belki denizde, havada, toprakta ve toprağın altında milyarlarca tür hayvanın ve milyarlarca tür bitkinin, iklim değişimlerinin, güneş sisteminin, gezegen ve yıldız hareketlerinin kendi kalbindeki aşkın hürmetine var olduklarını düşünerek aşkına gidiyordu. Belki de sadece perdeyi kaldırıyordu.

Bunlar sadece şu an olanlar, bir de ilk insanın dünyaya ayak basışından bu yana olagelenler vardı. Hep bir şeyler doğuyor, bir şeyler olgunlaşarak büyüyor ve bir şeyler ölüp gidiyordu. Çark, tıkır tıkır işliyordu aşk için. Ve çark döndükçe her şey dönüyordu, insan dahil. Her şey, olması gerektiği gibi oluyordu.

Aslında ne gidende vardı suç, ne kalanda. İnsan gitse de kalsa da unutmaması gereken, her şeyin olması gerektiği gibi olmaya devam edeceğiydi. Ama insan nisyandan geliyordu, yani unutmaktan.

Nimet il nisyan; unutma nimeti, unuttuğunu hatırlamak için, kendini…

Unutmak bize bahşedilen bir nimetti, unutmamalıydı.

İnsan dünyaya “gitmek” için gelendi.



Mustafa ÇOLAK
mstfacolak@gmail.com
yazı kaynağı: izdiham.com

16 Ağustos 2011 Salı

ACININ RENGİ

Umutsuz bir aşkın ne kadar da umutsuz olduğunu düşünerek hiçbir eylemde bulunmadan acı çekmek garip bir haz vermiştir insana tarih boyunca. Hâlbuki zevk aldığının farkına varsa insan, böyle bir şey yapmaz. Çünkü gerçek acı zevk vermez. Bu farkındalıksız mazoşistler hep vardı, şimdi de varlar ve olagelecekler. Öyle bir inanırlar ki gerçekten acı çektiklerine, sanki dünyadaki en büyük acıya kendilerinin sahip olduklarını sanıyorlardır.
Oysa Schopenhauer ne de güzel demiş; “aşk, türün üreme ve çoğalma içgüdüsüdür sadece.” Evet, cinsel ilişkiyle bitecek olan bir yangın. Ne saçma! Ama gerçek! Saçma ve gerçek olan birçok şey gibi bu da maalesef bir gerçek. Türün üreme-çoğalma iradesi değil, bu sıradan doğa olayını metafizik boyutlara taşımak saçma olan.  Birleşeceksin ve bitecek, bu kadar! Bedensel bir çekimi ruhsal gösteren halusinasyon. Bitmeyecek bir güzellik, sonsuzluk vadeden yalancı bir siyasetçi sadece aşk… Ve aşık! Sınırlı ve sonlu olan bedeniyle sonsuz güzelliklere gark olmayı bekleyen… Hiç bitmeyecek sanarak bağlandığı aşkın kendini bir anda terk ediverdiğini gördüğünde de tinsel devinim terminalinden biletini kesen… Bu saatten sonra ruh, şekilden şekle girecektir. Kurtuluşu yoktur. Bunalım ve bocalamalarla selamlaşılır.
İki yanı mağazalarla dolu caddeleri, kalabalıkların içinde insanları izleyerek bitirirken, ne kadar da onlardan uzaklaştığını iliklerine kadar hisseden ruhun yansıması bir çift göz, artık insanlara bomboş bakmaktadır. Farklı gezegenlerin yaratıkları gibi gelir herkes. Sanki binlerce gezegenden birer tane numune alınmış ve hepsi dünyada bir araya getirilmişlerdir. Sen hangi gezegendensindir acaba? Acı gezegeni olabilir mi?...
Artık istesen de dönemezsin hayat sahnesine, bitmiştir. Senin fikrin alınmadan çıkmak zorunda bırakıldığın sahnede başarılı bir oyuncu olamamışsın, çünkü oyuncuların karakterlerini hiç çözememişsindir. Hele kendi rolünü hiç benimseyememişsindir ve artık ışıkçı, sesçi, oyuncu ve yönetmen, hepsi sensindir.  Kendi yarattığın küçük, karanlık ve seyircisiz sahnende kuralları sadece sen belirlersin. Oyunu sen başlatıp, sen mola verip, sen bitireceksindir. Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu büyük oyundan, topunu alıp gidensindir. Kendi küçük oyunundasındır artık ve en güzel yanı, perdeyi istediğin zaman sen kapatacaksındır.
Tren yollarının altlarından geçip sahile açılan kasvet yüklü koridorlar, özgürlüğe son çıkış yolu gibi gelir. Çünkü deniz sonsuzluk, yalnızlıktır. Saat ilerledikçe insanlar yuvalarına çekilir, ay ve deniz sadece sana kalır. Arkana dönüp yola, evlerin balkonlarına bir bir bakarsın, kimsecikler yoktur. Ayaklarını suya doğru uzatıp, bir müddet denizin sesini dinledikten sonra gerçekten yalnız olduğuna emin olunca kendi kendine konuşmaya başlarsın: “Bir an olsun rollerinden sıyrılmayı hiç mi akıl edemez bu insanlar? Televizyon dediğiniz kerhane kutusuna bakana kadar gelin biraz denizi seyredin pezevenkler!” diye bir de küfür savurursun.
Sessizliği dinlemeyi öğrendiğinde aklına ilk gelen şey, diskolarda çılgınca eğlenen insanların gürültülü ortamlarıyla, sessizliği kıyaslamak olacaktır. Ve müziğin kesilmesinden insanların korktuğunu anlarsın. Çünkü müzik bittiğinde ruhun orkestrası başlar. Sessizlikteki tek ses, bu orkestranın sesidir. Bu ses, gerçeği söyler. İnsan duymak istemez gerçeği, gerçeği bilmek acı verir çünkü. Ucundan kıyısından duyacak olsa kulaklarını tıkar. Bundandır, kendi tozpembe dünyasında, kendi salak müziklerine kaçışı. Korkaktır bu insan, aciz ve biçaredir. Müzik sustuğunda eğer kaçacak yeri yoksa müziğin bitmemesi için dua eder. Gerçekle, yani acı olanla yüzleşemez. Ayrıca renk körüdür. Pembe acıları siyah gibi görmektedir.
Bir gün ayağa kalkar ve ayna karşısına geçer de şunu söylerse, gerçeğin sedasını duyduğunu anlarız: “Şimdi siyah acıyla yüzleşme zamanı.”

Mustafa ÇOLAK
mstfacolak@gmail.com
yazı kaynağı: izdiham.com

PEKİ, NE OLACAK ÜSTAD?

Sulhi Ceylan’a…
Aylardır yollarını gözlediğin, “karşıma çıkıverse ne olur?” dediğin kişi dikilir de karşına, ona: “Sigaran var mı?” diyebilirsin bazen sadece. Aptalca bir gülümseme gelip yerleşmiştir suratına, konuşamazsın.
“Peki, ne olacak?” diyerek uzaklaştığın, uzaklaştırdığın kişidir bu. Ne olacağını bilemediğin şeyden kaçma isteği dağıtmıştır seni, haberin yoktur. Ta ki o arkasını dönüp tekrar gidince suratındaki aptal gülümsemeyle sen, baş başa kalana kadar… Ve dönüp tekrar sorarsın kendine: “Peki, ne olacak?”
Çok şeyler olmuştur, –o arada- sen kendine sorular üzerine sorular sormaktayken. Olan olmuştur, belki de olacak olan olmuştur; sen düşünsen de, düşünmesen de. Zaman yakıcıdır, zaman alıcıdır, zaman acımasız, zaman umarsızdır. Sen ona çok sorular sorsan da, o sana hiçbir şey sormadan akmıştır akması gereken yöne. Gereksizdir ya da, ama yine de akmıştır. Gerekli veya gereksiz, zaman için önemi yoktur. Zaman için senin de önemin yoktur zaten; zaman bildiğini okuyandır. Aslında bildiği bir şey de yoktur, akması gerektiği dışında; tıpkı senin gibi…
Çok şey bildiğini veya öğrendiğini ya da öğreneceğini sanırsın hep, boşluğa düşersin. Boşluğa düştüğünü anladığını zannederken, zaten –hep- boşlukta olduğunu görürsün. Düşecek yer yoktur. Sen; başlı başına boşluksundur.
Kızarsın kendine, hayıflanırsın: “Ne olacaksa olacak, sanane bundan!” Ne geldiyse başına, bu sorudan gelmiştir. Ne olacağını asla düşünmemeye yeminler ederek atarsın suratındaki aptal gülümsemeyi. Dönersin, dolaşırsın, daireyi tamamlayıp, yine, olduğun (ya da hiç olamadığın) yere geri dönersin, ve… Yine, evet, tekrar, istemeyerek, ölürcesine, kanayarak, ansızın sorarsın kendine:
“Peki, ne olacak?”
Bugüne kadar, hep özlemişsindir, özlemeye de devam edeceksindir. Olacak olan budur. Ne de olsa bu soruyu soranlar, ancak özleyenlerdir; özlem sahibi olanlardır. O kadar özlemişsindir ki; olacak olandan korkarsın. Korkundur sana soruyu sorduran. İlla kötü bir şey olacağından değildir korkun, özlediğini henüz, aslında, hiç tanıyamamış olmandandır. Tanımaktan, o kadar hayalinin üzerine, tüm gerçekliğiyle tanışmaktan korkarsın. Yüz yüze, çırılçıplak… Ve bilirsin ki özlemin, kavuşmanla son bulacaktır. Sen farkında olmadan, özlemeyi sevmişsindir. Ve farkına varmandır belki de korkunun asıl kaynağı.
Sen kavuşmak için değil, özlemek için sevmişsindir.
Belki bundandır karşılaştığında afallaman, tam karşında olmasından…
Bundandır, en anlamlı varlığa kavuşunca, en anlamsız soruyu sorman: “Sigaran var mı?”
Anlamın, anlamını yitirmesi, senin anlamının yitmesidir.
Bundandır; yazıyorsundur, çünkü artık yapabilecek hiçbir şeyin yoktur.
Özlemin bile…
Söyle o halde üstad!
Peki, ne olacak?

Mustafa Çolak

NOKTA

O halden ayrıldığımı sanmıştım. Bitmişti her şey güya, bitmeliydi, bitecekti. Kalbimin bir köşesine saplandı kaldı, tam bir sene. Unutmuştum, unutacaktım, unutmalıydım. Oysa o küçük bir noktaydı, kaybolmalıyken büyüdü de büyüdü. Ayrılık, nokta olan aşkı koca bir lekeye mi çeviriyordu? Ya o nokta büyüdü, ya da kalbim o nokta oldu.
Mevsim yine döndü dolaştı sonbahara dayandı. Sonbaharın kışa bakan tarafına… Hava yine sisli, yine puslu bir sabah, yine o halli bir sabah… Aynı olağanüstü halle nefes almak için kapı önüne çıkılan bir sabah. Nefesim yakıyor, boğuluyorum. Gitsem gidemiyor, kalsam kalamıyorum. Bir sene öncekine nazaran üç yüz altmış beş kat daha ağrılı göğsüm. Göğüs kafesim dayanma sınırının son haddinde, fırlayıp gidecek misin adı aşk olasıca!
Gitmeni istemiyorum ama sitemkârım. Kalacağını niçin zamanında haber vermedin ki bana? Belki bilseydim, farklı olurdu. Gideceksin sanarak yaşadım yaşanılması gerekenleri. Hiç gitmeyip göğsümde durmaksızın genişleyeceğinden haberdar olsaydım, sitemim sana değil kendime olurdu o zaman. Suçumu kabul ve itiraf ederdim. Sen masumken suçlu durumuna düşürdün kendini üç harfli muamma!
Gittiğini sandığım, nokta olarak kendini gizlediğini hiç fark etmediğim günlerde düşündüm, düş kurdum ve kâbuslarla seviştim. Akılla dost, eğlenceyle yandaş oldum sonra. Sevmediklerimi sevip, sevdiklerime yüz çevirdim. Ters-yüz oldu neyim var neyim yoksa. Seni yok saymıştım ya; varlık da yokluk da alabora olmuştu. Varlık yok, yokluk vardı. Ve elimin tersiyle ittim ben’imi. Seni gittin sanmıştım ya; sensiz ben’i ölüme terk etmiştim. “Ben” artık gerçekten sensizdi. “Ben” seni hak etmiyordu ki…
Kaç kez indim çıktım altından vızır vızır trenler geçen merdivenleri. Yığınlar gidecekleri yerlere kısa sürede varırlarken ben kayboluyordum. Aslında doluyordum, belki büyüyordum.
Şimdi başka bir yığın felsefeyle tanışma çabasındayken, felsefe beni arıyor. Tek eksiğinin ben olduğumu söylüyor. Onunla birleşirsem her şeyin tastamam olacağını vaat ediyor. Gözlerinden geçen alt yazıyı okuyorum; bana ihtiyacı var. Sadece o mu; her şey ve herkes bana muhtaç, benimle tamamlanmaları gerekiyor. Oysa benim onlara hiç ihtiyacım yok. Ben tekim; her ne var ise âlemde ben oyum çünkü. Ben, adı aşk olanım.
Bak geldi, yine geldi, aslında hiç gitmedi.
Ben küçüldü, nokta oldu, kâğıda aktı.
Söz uçtu, yazı kaldı.

Mustafa ÇOLAK
mstfacolak@gmail.com
izdiham.com

KİŞİLİK SİZSİNİZ

Ey insanlar! Artık lütfen kime nasıl davranacağınıza karar veriniz…

Ne yapmak istediğine ve nasıl yaşayacağına karar verememiş, kişilik bozuklukları hat safhada insanlar içinde kişiliği oturmamış bir kişi de ben olarak tüm kişiliksiz insanlaradır isyanım.

Hepimiz kişiliksizleriz. Evet, yaşadığım bunca şeyden sonra vardığım tek nokta budur. Hepimiz, her an hayata ve insana dair yeni bir şeyler öğrenen ve öğrendiklerini kendi kişiliğini geliştirmede kullanmaya çalışan(veya çalışmayan),  yediden yetmişe kişiliksizler ordusuyuz.

Ey insanlar! Artık lütfen ne yapacağınıza karar veriniz…

Çağının en büyük kişilik bozukluğu örneği Adolf Hitler, “en kötü karar, kararsızlıktır” der. Dindarsanız dindar, ayyaşsanız ayyaş, entelektüelseniz entelektüel, deliyseniz deli olunuz ama yeter ki artık olunuz.

Davranışlarınızı, birilerinin gözüne girmek için yahut farklı çıkarlar doğrultusunda değil, kişiliğinizin gerektirdiği şekilde biçimlendiriniz. Bu iş öyle oturup mühendislik hesaplar yapmayı gerektirmez, gayet basittir. Kendinizi sahnede gibi hissetmekten vazgeçmek yeterlidir. Sahnede falan değilsiniz, alkışa ihtiyacınız yok, sizi ayakta tutan şakşakçıların alkışları değil, doğal kişiliğinizdir. Yalnızca ağlamak istediğiniz için ağlayınız.

“Beni olduğum gibi kabul et” diye dillere pelesenk olmuş bir lafımız vardır. Peki siz ne olduğunuzu biliyor musunuz? Bir düşünün bakalım siz kimsiniz? Olmak istediğiniz kişi mi, olduğunuz kişi mi, hiçbir şey olamamış kişiliksiz kişi mi?

Ey insanlar! Güzel bir aşk romanı okuduğunuzda böyle bir aşk olamaz deyip roman kahramanına özeniyor ve gözleriniz yaşarıyorsa biliniz ki bu, çağın hastalığı “kişiliksizlik”ten dolayıdır.

Kendini tanımayan, aşkını hiç tanıyamaz. Ne olduğunu bilmeyen, aşkın ne olduğunu hiç bilemez. Kararsız insan, aşık olup olmadığına dahi karar veremez. Tutkusu için ölemez. Kimin neyi hak edip etmediğini göremez. Bilemez, duyamaz, konuşamaz, susamaz, saçmalayamaz, yaşayamaz. Ne olduğunu bile anlamadan hayat akar ve gider gözünün önünde de giden hayatın kendi hayatı olduğunu bile idrak edemez. Pişman olsa olamaz, ölse ölemez.

Sevgi için ölünür derken, sevgimiz için gurur kapısını hala kıramamışsak, belki milyarlar içinden çıkıp gelerek gözümüzün önünde sadece sevgisi için tüm gururunu ayakları altında çiğnerken birisi, sevgimizi hak eden bu istisna kişiye bile gururumuz yüzünden sevgimizi verememişsek ve “ben neden sevgimi veriyormuşum, o versin.” demişsek, bu kişiliksizlik değil de nedir? Kızsam mı gülsem mi, ağlasam mı sussam mı, gitsem mi kalsam mı, arasam mı kaçsam mı gibi hesaplarla uğraşana kadar içinden o an ne geliyorsa onu yapmaya neden cesaret edemezsiniz siz insanlar? Karşılıksız ve beklentisiz, sadece sizin yanınızda olduğu için mutlu olan ve yanınızda olmaktan başka bir derdi olmayan, salt sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmeyen bir insanı bulduğunuzda neden onu küçük görür ve alay konusu yaparsınız?

İnsanların karşısında hayatı boyunca kendini sahnede zanneden insan, perde kapanmaya yüz tuttuğu sırada torununun, “bu kadar yaşadın da ne anladın bu hayattan?” sorusuna uzunca cevap düşündükten sonra tüm yaşanmamışlıklar kendine gülümserken o sadece, “hiç” cevabını verebilir. Ve aklını tek meşgul eden şey, yarın kar geleceğidir. Kalın giyinmelidir.

Mustafa ÇOLAK