16 Ağustos 2011 Salı

ACININ RENGİ

Umutsuz bir aşkın ne kadar da umutsuz olduğunu düşünerek hiçbir eylemde bulunmadan acı çekmek garip bir haz vermiştir insana tarih boyunca. Hâlbuki zevk aldığının farkına varsa insan, böyle bir şey yapmaz. Çünkü gerçek acı zevk vermez. Bu farkındalıksız mazoşistler hep vardı, şimdi de varlar ve olagelecekler. Öyle bir inanırlar ki gerçekten acı çektiklerine, sanki dünyadaki en büyük acıya kendilerinin sahip olduklarını sanıyorlardır.
Oysa Schopenhauer ne de güzel demiş; “aşk, türün üreme ve çoğalma içgüdüsüdür sadece.” Evet, cinsel ilişkiyle bitecek olan bir yangın. Ne saçma! Ama gerçek! Saçma ve gerçek olan birçok şey gibi bu da maalesef bir gerçek. Türün üreme-çoğalma iradesi değil, bu sıradan doğa olayını metafizik boyutlara taşımak saçma olan.  Birleşeceksin ve bitecek, bu kadar! Bedensel bir çekimi ruhsal gösteren halusinasyon. Bitmeyecek bir güzellik, sonsuzluk vadeden yalancı bir siyasetçi sadece aşk… Ve aşık! Sınırlı ve sonlu olan bedeniyle sonsuz güzelliklere gark olmayı bekleyen… Hiç bitmeyecek sanarak bağlandığı aşkın kendini bir anda terk ediverdiğini gördüğünde de tinsel devinim terminalinden biletini kesen… Bu saatten sonra ruh, şekilden şekle girecektir. Kurtuluşu yoktur. Bunalım ve bocalamalarla selamlaşılır.
İki yanı mağazalarla dolu caddeleri, kalabalıkların içinde insanları izleyerek bitirirken, ne kadar da onlardan uzaklaştığını iliklerine kadar hisseden ruhun yansıması bir çift göz, artık insanlara bomboş bakmaktadır. Farklı gezegenlerin yaratıkları gibi gelir herkes. Sanki binlerce gezegenden birer tane numune alınmış ve hepsi dünyada bir araya getirilmişlerdir. Sen hangi gezegendensindir acaba? Acı gezegeni olabilir mi?...
Artık istesen de dönemezsin hayat sahnesine, bitmiştir. Senin fikrin alınmadan çıkmak zorunda bırakıldığın sahnede başarılı bir oyuncu olamamışsın, çünkü oyuncuların karakterlerini hiç çözememişsindir. Hele kendi rolünü hiç benimseyememişsindir ve artık ışıkçı, sesçi, oyuncu ve yönetmen, hepsi sensindir.  Kendi yarattığın küçük, karanlık ve seyircisiz sahnende kuralları sadece sen belirlersin. Oyunu sen başlatıp, sen mola verip, sen bitireceksindir. Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu büyük oyundan, topunu alıp gidensindir. Kendi küçük oyunundasındır artık ve en güzel yanı, perdeyi istediğin zaman sen kapatacaksındır.
Tren yollarının altlarından geçip sahile açılan kasvet yüklü koridorlar, özgürlüğe son çıkış yolu gibi gelir. Çünkü deniz sonsuzluk, yalnızlıktır. Saat ilerledikçe insanlar yuvalarına çekilir, ay ve deniz sadece sana kalır. Arkana dönüp yola, evlerin balkonlarına bir bir bakarsın, kimsecikler yoktur. Ayaklarını suya doğru uzatıp, bir müddet denizin sesini dinledikten sonra gerçekten yalnız olduğuna emin olunca kendi kendine konuşmaya başlarsın: “Bir an olsun rollerinden sıyrılmayı hiç mi akıl edemez bu insanlar? Televizyon dediğiniz kerhane kutusuna bakana kadar gelin biraz denizi seyredin pezevenkler!” diye bir de küfür savurursun.
Sessizliği dinlemeyi öğrendiğinde aklına ilk gelen şey, diskolarda çılgınca eğlenen insanların gürültülü ortamlarıyla, sessizliği kıyaslamak olacaktır. Ve müziğin kesilmesinden insanların korktuğunu anlarsın. Çünkü müzik bittiğinde ruhun orkestrası başlar. Sessizlikteki tek ses, bu orkestranın sesidir. Bu ses, gerçeği söyler. İnsan duymak istemez gerçeği, gerçeği bilmek acı verir çünkü. Ucundan kıyısından duyacak olsa kulaklarını tıkar. Bundandır, kendi tozpembe dünyasında, kendi salak müziklerine kaçışı. Korkaktır bu insan, aciz ve biçaredir. Müzik sustuğunda eğer kaçacak yeri yoksa müziğin bitmemesi için dua eder. Gerçekle, yani acı olanla yüzleşemez. Ayrıca renk körüdür. Pembe acıları siyah gibi görmektedir.
Bir gün ayağa kalkar ve ayna karşısına geçer de şunu söylerse, gerçeğin sedasını duyduğunu anlarız: “Şimdi siyah acıyla yüzleşme zamanı.”

Mustafa ÇOLAK
mstfacolak@gmail.com
yazı kaynağı: izdiham.com

Hiç yorum yok: