28 Kasım 2011 Pazartesi

SESSİZCE DİNLE BENİ

Biz var ya, biz sevemeyiz küçüğüm. Aşk, yanılsamaların en tensel olanıdır. Dinle: Sevmek, sahip olmaktır. Peki, sevdiğimiz zaman neye sahip oluruz? Bir bedene mi? Bedene sahip olmamız için maddesini kendimize mal etmemiz, onu yememiz, içimize sindirmemiz gerekir… Olmayacak şey ama, tut ki oldu, bu bile geçicidir, çünkü bedenimiz de devinir, dönüşür, hem biz kendi bedenimize değil, sadece onun verdiği duyguya sahibizdir; ve ayrıca sevdiğimiz o bedeni bir kere ele geçirdik mi o bizzat biz olur, bir başkası olmaktan çıkar ve öteki varlığın yok olmasıyla aşk da biter.
Peki, ruh bizim midir? –Sessizce dinle beni. Hayır, değildir. Kendi ruhumuz bize ait değildir. Hem zaten, bir ruha nasıl sahip olabilirsin? Bir ruhla bir ruh arasında dipsiz bir kuyu vardır: birer ruh olmalarının kuyusu.
Öyleyse, sonuç olarak neye sahibiz? Bizi sevmeye iten ne? Güzellik mi? Sevince güzelliğe sahip olur muyuz? En vahşice, en baskıcı şekilde sahiplenerek, bir bedenin nesine el konabilir? Ne o bedene, ne ruhuna, hatta ne de güzelliğine. Zarif bir bedene sahip olmakla güzelliği saramazsın, sadece hücrelerden oluşan, yağlı bir bedeni kucaklayabilirsin; öpüşme bir ağzın güzelliğine değil, ölümlü mukozadan olma dudakların nemli etine değer; cinsel birleşme bile basit bir temas, samimi bir sürtünmedir, ama gerçek bir iç içe geçme, bir bedenle bir başkasının iç içe geçmesi bile değil. Öyleyse neye sahibiz, evet, nedir sahip olduğumuz?
Yoksa duygularımız mı? En azından aşk, duygularımız aracılığıyla kendi kendimize sahip olmamızın bir yolu olabilir mi? Hiç değilse varolma hayalimizi daha şiddetle, dolayısıyla daha parlak olarak hayal etmenin bir biçimi midir? Ve en azından duygu söndükten sonra anısı sonsuza dek bizimle kalır, biz de işte böyle sahip olmuş oluruz…
Buna da aldanmayalım. Duygularımıza bile sahip değiliz. Hayır, hiçbir şey söyleme. İyi düşünecek olursak, anı, mazi duygusuna denir. Ve her duygu gibi, o da bir yanılsamadır…
-Dinle beni, bir daha dinle. Pencereden, uzaklarda, bir tren düdüğüyle bölünen alacakaranlığa bakmadan dinle. –Sessizce dinle beni…
Duyumlarımıza sahip değiliz. Duyumlarımızın aracılığıyla kendimize sahip olamayız.
Kendi bedenime sahip değilken, onun aracılığıyla bir şeylere sahip olabilir miyim? Sahip olmadığım ruhumla bir şeylere nasıl sahip olabilirim? Zihnimi anlamazken, zihnim sayesinde nasıl anlayayım?
Herhangi bir şeye sahip miyiz? Ne olduğumuzu bilmezken, neye sahip olduğumuzu nasıl bilebiliriz?
Her şey dünya kokuyor, her şeyde dünya denen hüzünlü şeyin tadı var.
Aldırma. Batan güneşi ve gün doğumunu sev, çünkü bunları sevmenin sana bile faydası yoktur.
Sonunda fayda görmeyeceğimiz her şey güzeldir.

24 Kasım 2011 Perşembe

YAŞAMAYA MECBUR KALMIŞ OLMANIN BIKKINLIĞI

Hayata değmeyelim asla, parmak uçlarımızla bile.
Düşüncede bile sevmeyelim.
Düşte bile olsa, hiçbir kadının öpücüğü herhangi bir duygumuzu uyandırmasın.

Marazın ustası olarak, yanılgıdan kurtulma sanatını başkalarına öğretebilecek kadar ilerletelim işi. Hayata olan merakımızla, yeni ya da güzel bir şey keşfetmeyeceğimizi bilerek, peşinen bunun yorgunluğunu duyarak, bütün duvarların ardını gözetleyelim.

Umutsuzluğu dokuyanlar olarak, sadece kefenler dokuyalım -hiç görmediğimiz düşler için beyaz kefenler, sadece hayalini kurduğumuz eylemler için kül rengi kefenler, yararsız duygularımız için imparatorların mor renginde kefenler.

Tepelerde, vadilerde, göl kıyılarında avcılar kurt, geyik, yabani ördek avlıyor. Nefret edelim onlardan, avlandıkları için değil, bize yar olmayan bir zevki tattıkları için.

Yüzümüzde, ağladı ağlayacak bir adamın, solgun gülümseyişi olsun; görmek istemeyen bir adamın bulanık bakışları; hayatı küçümseyen, sırf küçümseyecek bir şeyi olsun diye yaşayan bir adamın, bütün hatlarımıza sinmiş küçümseyişi.

Ve çalışanlar, savaşanlar horgörümüzden nasiplensin, umut ve güven besleyenler ise nefretimizden.


Düşündüğümde her şey saçma geliyor; hissettiğimde her şey tuhaf geliyor; istek duyduğumda, isteyen, derinlerimdeki tuhaf bir şey. Ne zaman içimde bir devinim olsa,  devinenin ben olmadığımı fark ediyorum. Hayal kurarken, bir başkasının kaleminden dökülüyormuş gibi oluyorum. Hissettiğimde, sanki beni boyuyorlar; istek duyduğumda, nakledilecek bir mal gibi bir arabaya tıkıyorlar beni, galiba bilerek bir yere yolluyorlar, ben ise, ancak oraya vardıktan sonra istemiş oluyorum gitmeyi.

Amma karışık işler!  Görmek düşünmekten katbekat iyidir, okumak ise yazmaktan! Gördüğüm beni yanıltabilir ama bir parçam değildir. Okuduğum hoşuma gitmeyebilir, ama onu yazmış olmaktan pişmanlık duymama gerek yoktur. Her şey ne kadar da acı geliyor  tinsel varlıklar olarak
eksiksiz bir düşünme bilinciyle düşününce…

Yaşamaya mecbur kalmış olmanın bıkkınlığı…

Hala hayatta olduğumu kendime kanıtlama çabasıdır tüm yazdıklarım.

21 Kasım 2011 Pazartesi

YAŞAMADAN YAŞLANMAK

Olmak, insan için genelde olumsuzluktur; olamaz. Ölmek de insan için ölümsüzlüktür aslında; ama ölemez. 
 
Hayatı herkesin yaşadığı gibi yaşamamak; yaşlandırır insanı. Herkesin içinde bir çocuk olurmuş ya hani, içindeki çocuk bile büyür hayat zırvası sayesinde. Değişirsin, dizginlenirsin, mutlu olma çabasından, hüzne geçersin. Ve hüzünlerden hüzün devşirirsin.

Farklısındır artık kendine dönüp baktığında. Eskilerden; yaşadığını düşündüğün günlerden ne bir eser, ne bir iz… “Öldüm de yeniden mi doğdum” diye düşünürsün de, yeni doğan bir çocuğun kalbi bu kadar kırışmış olamaz dersin.

İnsanlar farklı mı bakıyordur artık sana, sen mi farklı bakıyorsundur onlara, tam bunu düşünecekken beyninin de her şeyin gibi yorgun düştüğünü fark edersin. Düşüncenin gücünü ilk anladığın günlerdeki gibi dakikada bin beş yüz fikir üretemiyor, aksine her an binlerce fikri boşaltıyordur. Kaçışıyorlardır çevrenden, bu hengâmeyi biraz olsun hissedenler. Düşünmekten vazgeçmek zorunda kalır; oturup sadece izlemeyi tercih edersin. Ve anlarsın ki; vazgeçtiğinde bile düşünenmiş insan.

Kısıtlanmaktan hiç haz etmezmişsin; düşünme dedikçe kendine, daha çok düşünürmüşsün. Şu an olduğu gibi mesela… Yazarken de herhangi bir sınır, çizgi, belirleyici etken olmamalı insanın kafasında. Aksi halde yazamaz, tıkanır, yüzeysel olur, sığ kalır yazı. Derine inemez. Yaşamak da aynı yazmak gibidir. Kısıtlandıkça sığdır yaşam. Çerçeveler çoğaldıkça yaşam alanı daralır, kalıplaşır. Birilerinin yaptığı çerçeveler içinde sıkışır yaşam, basmakalıp olur. İstediğin değil, istenen yaşamları yaşarsın.

Ama insan sınır çizmekten de hoşlanandır aynı zamanda. Önce sınırları çizen, sonra çizdiklerini bozmak isteyendir. İnsan kararsızdır o halde. Ne yaptığını bilmeyendir. Ya da yaptığının sonuçlarının ne olacağını kestiremeyen…


Yorulursun sınırların içinde dönüp durmaktan. Aşmak istersin kendini bazı zaman. Kendinle baş başa kalarak yapmalısındır bunu. Aksi halde imkânsızdır. İnsan, kendini ancak yalnızken aşabilir. Çünkü yalnızlıktır düşünce hudutlarını açan. Ya balkona çıkarsın bu anlarda, ya dışarı atarsın kendini. Bazen kendi kendine konuşur, bazen sessizlikte bulmayı denersin kendi sesini. Sessizliğin sesi, en güzel sestir.
Sonra artar bu kendinle baş başa kalmalar. Kalabalık, tutsaklıktır. Sadece etten duvarlardır; anlamışsındır. Kaçabildiğin kadar kaçmaya başlamışsındır artık onlardan her fırsat bulduğunda. Ve bir şeyleri yerine oturtursun her kaçışında. Tuğlalar yerini bulur. Fikir kuleni inşa ettiğini görürsün yavaş yavaş. Yalnızken her bakış bir tuğladır, her duyuş birer tuğla, her kalkış akılda bir hareket, her oturuş birer oluştur. Kısım kısımdır bu oluşlar. Ta ki son tuğlayı koyana kadar da devam edecektir.

Yollar çizmişsindir kendine; oluşturmakta olduğun kulene gidip geldiğin yollar. Her gün bir defa da olsa ziyaret edersin inşaatını. Ama her seferinde başka yollardan gidersin. Bir önceki gittiğin yolu unuttuğundandır belki bu, kim bilir.

Belki de sen; yolculuğu sevensindir. Dolayısıyla yolcu olmayı seçensindir, yolda olmayı… Hep aynı yere gidip gelsen de fark etmiyordur, gitmen ve gelmen yeterlidir. Ne de olsa her yol, birbirine benzer. Manzara o kadar önemli değildir, asıl olan yoldur. Yolun şeklinin de önemi yoktur; ama asfalt, ama toprak, ama taşlık… Sen, yoldasındır.


Yolunda da yürümeyi beceremeyendir insan. Yol ayrımlarında kararsız kalandır. “Ya o yol, ya bu” diyemez; “hem o yol, hem bu” olsun der ve bir türlü seçimini yapamayıp yolunda ilerleyemez. Biraz gidip durur, geri döner ve diğer yola girer, sonra yine durur. Dönmeye üşenir bu kez, diğer yola hızlıca geçmek için kestirme taşlık yollar keşfetmeye kalkar. Bulunca orada da yürümeyi beceremez; düşer. Düştükçe kalkar, hırsla, inatla… Dikenler batar bazen, umurunda olmaz, bazen çok canı yanar. Fakat yol; bitmez. Ulaşacağını sansa da bir gün bir yerlerde, ulaşacağı son nokta, yine başka bir yoldur. Yol ayrımları, kavşaklar, patikalar, yokuşlar, inişlerdir oysa insanı “o insan” yapan. İnsan; yolda da oluşlara devam eder, ama, hep, olamaz.

Olmak, insan için genelde olumsuzluktur; olamaz. Ölmek de insan için ölümsüzlüktür aslında; ama ölemez.

Dibe vurur hep bu yüzden. Dipsiz kuyularda kaybolmak isterken derinliksiz kuyulardan bir türlü çıkamaz. Tırmanışlarla geçer ömrü. Duvarlar aşındırır ve nasır tutar her yanı zamanla. Kuyularda zaman aşımına uğrarken; zamanın aşındırmasına da uğrayandır insan.

Duygular, kuyulardan kurtuluş için sarkıtılan halatlar gibidir. Eller nasırlaştıkça güçlenip sağlamlaşırken, halatın pörsüyüp çürüme imkânı da korkutur. Onlara sıkı sıkı sarılmak isteyen insan bilmelidir ki; çok güçlü olmalıdır. Ve böyle örneklerle kendini tanımlamayı sevendir insan. Kendimi tanıyıp tanımlayayım derken dalıp giden ve treni kaçırandır. Bomboş dünyadan, boş yaşantıdan insanı alıp götüren trenler vardır oysa.

Ancak insanın, yaşadıklarından yaptığı bir çıkarım vardır; nihayetinde o trenler de boşalacak ise ve her içi dolan şey bir noktada boşalmaya mahkûmsa, dolu olanlar boşaltılmalıdır o halde. Bir nevi şu an yaptığımız da o değil mi? Aklımızı sayfalara boşaltmak. Dolup boşalmayan şişe, dolup boşalmayan tren nasıl bir işe yaramaz ise, insan aklı da dolup boşalmadan bir işe yaramıyor olmalı.

Tertemizken, yani boşken, yalın iken çok daha güzel insanın aklı.

Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/deneme/yasamadan-yaslanmak/202

19 Kasım 2011 Cumartesi

ACI ÇEKEN RUHUN ÖYKÜSÜ

Bodruma inmeden önce yine tereddütte kaldı: “İnsem mi, yatıp uyusam mı?” Bir şeyler atıştıracak oldu, canı hiçbir şey istemiyordu. Yatağa uzanıp tavana baktı boş boş. Kendi kendine konuşmuyor, hareket etmiyordu. Tavandaki acayip şekilleri bir şeylere benzettiği muhakkaktı ama neye benzettiğini kendi de anlayamıyordu. Bazen bir adam suratı, bazen bulutlu bir gök, bazen de bir çay kaşığı görürdü. Çoğunlukla adam suratı olurdu bu. Bıyıklı, korkutucu bir adamdı. Tabi her seferinde farklı simalar olurdu ama birbirine çok benzerlerdi. Ne yapacaktı şimdi az önce burnunu kırıp bodrumdaki sandalyeye bağladığı adama? Nasıl başlamalıydı? “İçimden nasıl gelirse!” dedi ve aniden yataktan fırlayıp hızlı adımlarla indi aşağı.

Adam uyumuştu. Kapının kapanma sesiyle uyandı. Sadi’ye meraklı gözlerle bakıyor fakat bir türlü onunla göz göze gelemiyordu. Başını biraz daha kaldırarak Sadi’ye baktığını belli etti ancak Sadi onun gözüne bakmadı. Masanın üzerindeki aletlere takılmıştı Sadi’nin gözleri adama doğru yaklaşırken. Adamın önüne kadar geldi, tepeden bir bakış fırlattıktan sonra masaya yönelip aletlerin önünde durdu ve onları izlemeye başladı. Tek tek hepsini gözleriyle süzüyordu. Bir yandan da adamın bir tek laf edip edemeyeceğini merak ediyordu. Adamın önünden yavaş adımlarla bir tur daha attı önüne bakarak ve aletlerin olduğu masanın önünde tekrar durdu. Dik dik adama bakmaya başladı. Birkaç saniye sonra adam da döndü ve nihayet göz göze geldiklerinde, Sadi’nin tek kelimeyle “anlamsız” ifadeli gözleriyle bir müddet bakıştılar. Bu bakışlardan, derin bir boşluktan başka anlam çıkarılamazdı. Uzun süre bu gözlere bakan insan kaybolduğunu hissedebilirdi ve uzun süre olmamasına rağmen adam da bunu hissetmiş olacak ki; gözlerini aniden korkuyla çekerek başını önüne eğdi. Gerçekten çok korkmuştu. Sadi’nin her şeyi ama her şeyi yapabileceğini işte şimdi anlamıştı. Kendisininse yapabileceği tek bir şey yoktu ve kalbi gümbür gümbür atmaya başladı. Bir yıl önce her şeyini paylaştığı, can dostu Sadi, bu Sadi değildi. Kesinlikle değildi.

Sadi, adamın gözlerini kapadığını ve derin derin nefis alıp verdiğini görünce, beklediği buymuş gibi tahta sandalyeyi kapıp adamın karşısına oturdu. Hızlı hızlı nefes alan adamın pıhtılaşmış kanı, şişmiş kırık burnunu tıkadığından garip bir hırıltı çıkarıyordu. Sadi yaklaşmış bu sesi dinliyordu. Bu; korkunun sesiydi.

Cebinden kumandaya benzer bir alet çıkardı Sadi ve düğmeye bastı. Basmasıyla beraber içeride bir kadın sesi çınladı! Ne oluyor, kıyamet mi kopuyordu! Kadın: “Please don’t stop the music” diye bağırıyordu. Adam, hiç beklemediği bu yüksek sesin şiddetiyle irkilerek titredi. Ses, fena yankı yapıyordu. Fal taşı gibi açılan gözleri, hemen karşısında oturan Sadi’nin kayıtsız gözleriyle buluştu. Kadın tekrar bağırdı: “Please don’t stop the music!..” Adam sesi tanıdı. Ve tekrar: “Please don’t stop the music!” Evet bu o şarkıydı. Geçen sene Candan’dan ayrıldığında kulağına taktığı kulaklıkla sürekli dinlediği şarkı… Sadi’ye de bir sefer dinletmeye kalkışıp ağzının payını almıştı. Pop müzik de Sadi’nin nefret ettiği çoğu şeylerden biriydi. Hayret edecek şeydi! Ne yapıyordu bu Sadi? Ve yine: “Please don’t stop the music!…” Tam bir yıl aradan sonra bu yarı karanlık odada karşılıklı oturuyor ve müzik dinliyorlardı. Burun kırıp sonra müzik dinletme!.. Nasıl bir ayindi bu böyle! Sinirlenmemek elde değildi! Sadi’nin aynı boş gözlerle hala dik dik kendine baktığını fark edince kalbinin yerinden fırlayacağını sandı. Sinirlenmek ne kelime, aksine korkusu iki katına çıkmıştı. Tüm gözeneklerinden ter fışkırdığını hissediyordu. Bir yandan da Sadi’ye korktuğunu hiç belli etmek istemiyordu. Son birkaç dakikadır nefesini kontrol etmeye çalışmaktan yorulmuştu, müziğin yüksek sesini fırsat bilip çaktırmamaya çalışarak derin derin bir-iki nefes çekti içine. Nedense bu onu biraz rahatlatmıştı sanki. Belki de rahatlatan müzikti. Ama hayır, ses kulağı sağır edecek cinstendi, rahatlatması imkansızdı. Basın her vuruşunda iç organları sanki birbirine karışıyordu. Hemen arkasında, yarısı duvara gömülü, Sadi’nin boyundaki hoparlörden geliyordu ses. Belli ki burası sadece boş bir oda değildi. Masadaki aletlerin de pırıl pırıl ve yeni olmasından anlaşılıyordu ki Sadi bir şeyler için hazırlıklıydı. “Kumandayı cebinden mi çıkardı? Yemedi içmedi de burayı mı dizayn etti, bana işkence etmek için? Para da olmaz ki bu adamda nereden buldu tüm bunları? Ne yapıyorsun be Sadi? Amacın ne Sadi, amacın ne?.. Çok mu korkağım ben? Çok mu belli ettim acaba korktuğumu? Adama baksana abi korkmamak elde değil ki… Ne bok yiyeceğim ben ya! Ne yapacağım? Ne yapsam?…”

Şarkı bitince Sadi önüne bakarak mırıldanır gibi konuşmaya başladı:

- Kendini tek sanıyorsun değil mi, bir sen varsın sanki aşık! Ulan senin gibi milyonlarcası gelmiş geçmiş seninki de bir şey mi!..

Kısa süren sessizlikten sonra devam ettin Sadi:

-Ne güzel yalvarıyor kadın değil mi? Lütfen müziği kapatma! Ne olur müziği kesme! Resmen yalvarıyor.
Sustu Sadi. Adam iki kez yutkundu. Kulakları çınlıyordu. Burnundan nefes almakta çok zorlandığından, dudakları aralıktı. Biraz ses tonunu yükselterek:

-Kadın yalvarıyor, insanlar oynuyor. Kadın yalvarıyor, insanlar zıplıyor. Kadın yalvardıkça insanlar iyice coşuyor. “Lütfen müziği kesme…” Müziğin kesilmesinden korkuyor. Bu çılgınlığı unutturan tek şey müzik çünkü. Çılgınca müzik… Çılgınlığın hakkından çılgınlık gelir. Tabi, kimse ne yaptığının farkında değil. Ne kadın şarkıyı neden söylediğinin farkında ne de insanlar bu şarkıya diskolarda neden çıldırdıklarının farkında. Kadın eğlenmek için şarkıyı söylediğini sanıyor, insanlar da eğlenmek için dinlediklerini… Kafa dağıtmak! Kurtlarını dökmek! Ulan ne var ki kafanızda neyi dağıtıyorsunuz? Hiç beyin zarınızdaki kurtları hissettiniz mi ki dökmeye çabalıyorsunuz? Siz anca kıçınızdaki kurtları dökmeyi bilirsiniz! Unutmak istiyorsunuz, düşünce uçurumlarından düşmekten korktuğunuz için kaçmak, uzaklaşmak istiyorsunuz. Daha uzağa, en uzağa… Kendinizin olmadığı bir yere… Ruhunuzun sizi bulamayacağı, özünüzle yüz yüze gelemeyeceğiniz bir yere… İşte bu yüzden delicesine yalvarıyorsunuz farkında olmadan: “Lütfen müziği kesme!” Müzik susarsa kendinizle baş başa kalırsınız. Çünkü müzik bittiğinde, beyin ve ruhun orkestrası başlar. Sessizlikteki tek ses, bu orkestranın sesidir. Bu ses gerçeği söyler. Duymak istemezsiniz gerçeği; gerçeği bilmek acı verir çünkü. Ucundan kıyısından duyacak olsanız kulaklarınızı tıkarsınız siz. Bundandır; kendi tozpembe dünyanızda, kendi salak müziklerinizi seversiniz. Sizler korkaklarsınız! Sizler aciz ve biçarelersiniz! Müzik sustuğunda eğer, kaçacak yeriniz yoksa, müziğin bitmemesi için dua eder yalvarırsınız! Gerçekle, yani acı olanla yüzleşemezsiniz. Renk körüsünüzdür de siz! Kendi yarattığınız pembe acılarınız vardır, onları siyah zannedersiniz.

Gözlerini yerden kaldırıp adama dikti ve ayağa kalkarak söyleyeceğinin son sözü olduğunu belli eden edayla:

-Şimdi simsiyah acıyla yüzleşme zamanı…

Burnu balon gibi şişmiş adamın gözleri bu son sözle açıldı ve Sadi’nin ciddi olmadığına dualar edercesine Sadi’ye baktı. Sadi çok yavaş hareket ediyordu ve yüzünde hafif bir gülümseme belirmiş, masanın üzerindeki aletleri karıştırıyordu.

Bacağına saplanan matkabın çılgın gibi bağırttığı adamın aklında artık ne aşk acısı ne de başka bir düşünce vardı, acıdan başka…Ve acıdan bayılmıştı…

Sadi uyandığında kırık burnu ve matkap saplanmış bacağı feci sızlıyordu. Bacağındaki matkabı çıkarmanın bir yolu olmalıydı.

Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.izdiham.com/index.php/mustafa-colak-aci-ceken-ruhun-oykusu

18 Kasım 2011 Cuma

DUVARA KONUŞAN AŞIK

-Gitmek istiyorum.
-Nereye?       
-Candan’a.
-Yine mi, kaç defa konuşacağız bunu?
-Bu sefer kararlıyım, gitmek istiyorum.
-İsteseydin eğer, gerçekten isteseydin, gitmiş olurdun.
-Ne yani, gitmek istemiyor muyum?
-Hayır.
-Ama istiyorum!
-İsteseydin giderdin.
-E gideceğim zaten!
-Git o zaman.
-Düşünüyorum.
-Neyi?
-Gideyim mi, gitmeyeyim mi?
-Bak gördün mü itiraf ettin. Sen istemiyorsun, düşünüyorsun. Daha karar alma aşamasındasın. İsteseydin, gitmiş olurdun.
-Peki, karar aldıktan sonra mı isteyeceğim? İstek mi önce olan, karar almak mı? İstemeseydim düşünmezdim ki!
-Hımm…Yola girmeye karar vermişsin nihayet, anladığım kadarıyla.
-Ne yolu abi Allah aşkına! Başlama yine! Tutturmuşsun bir yol… Yola gir, yola gir… Düşünce yoluymuş da, kendine giden yolmuş da bilmem ne!...
-Ama soru sormayı öğrendin sonunda. Bunu gördüm az önce. Farkında değilsin ama giriyorsun yola…
-Yola mola girdiğim yok! Bırak şimdi bunları, değiştirme konuyu. Hangi konuya girsek illa bağlayacaksın düşünce yoluna. Bir dur, bir dinle! Gitmek istiyorum ben. Candan’a gideceğim, bunu konuşalım.
-Bak gitmek istiyorum dedin bunu konuşalım dedin. Düşünce yolu hakkında konuşmayı istemiyorsun ve hemen önümü kesiyorsun. Böylece düşünce yolu üzerine konuşmayacağım. Yani?..
-Ne?
-İsteğin anında gerçekleşti anlasana! Konuşmamı istemedin ve bu yolda bir adım atarak bunu söyledin. Ben de konuşmamaya karar verdim. İsteğine az önce ne de çabuk ulaştın! Demek ki… “Gitmek istiyorum” diyerek vakit kaybetmek yerine kalkıp gitseydin de isteğin hemen gerçekleşmiş olacaktı. Ama sen gerçekten istemediğin için, istemeyi bilmediğin için gitmedin, gidemedin.
-Demek ki tereddütüm var gitmek ve gitmemek arasında.
-Aynen öyle! Bak… Bir şeyi istersen yaparsın. Ama mesela “dağı ikiye yaracağım” dersen yapamazsın değil mi?
-Evet.
-Neden?
-Gücüm yetmez.
-Haa, demek ki birincisi istemek, ikincisi isteğinin mantıklı olması. İsteğin yapılabilir, edilebilir olması gerekli. Şimdi diyeceksin ki; “Piyango çıkmasını istiyorum, yıllardır oynuyorum, neden çıkmıyor?” Evet piyangonun sana çıkması “olabilir” bir şey fakat “olmayabilir” olasılığı çok daha yüksek. Üçüncü bir şey daha çıktı gördün mü? İstemek, isteğinin mantıklı olması ve üçüncüsü de yazgı, kader… “Olabilir” bir şeyin senin için olması, seninle bağlantılı olması meselesi kaderdir. Bunu kimse bilemez.
-O zaman?..
-Her şey bizim elimizde değil unutma. Küçük bir balık okyanusta istediği yere gider değil mi?
-Evet.
-Hem de nereye kafası eserse. Kendi küçük iradesiyle oraya gider, buraya gider, kayaların arasına girer çıkar. Bu sırada dışarıda bir yerde kadın acıkır. Akşama balık yemek istediğini söyler kocasına. Adam balık tutmaya çıkar. Sonra bizim ufaklık bir bakar ki ağa takılmış. Neden başka balıklar değil de ben? Bunun cevabını verebilir misin?
-Yazgı, kader.
-O adam ağını oradan değil de başka yerden atabilirdi ve başka balıklar tutardı. Yahut karısına yorgun olduğunu söyleyebilirdi veya tam balığa çıkacakken başka bir işi çıkabilirdi. Olasılıkları çoğaltabiliriz. Ama bu kadar olasılığın hiçbiri olmadı ve adam gelip o küçük balığı yakaladı. Yeryüzündeki sebepler birbirleriyle bağlantılıdır. İstekler birbirleriyle bağlantılıdır. Balık gezmek istedi, kadın balık yemek istedi. O kadının karnı doyması gerekiyordu, balığın da ölmesi gerekiyordu. Ve olması gereken oldu. Olması gerektiği gibi oldu. Her şey olması gerektiği gibi olmalı. Mucize beklemeyeceksin. Kadın durduk yere acıkmaz, balık da durduk yere ölmez. İsteklerin çarpışması lazım.
-Ama sorum yanıtsız kaldı. Anladım dediklerini de şimdi gitme isteği içime geldiği için mi “gideyim mi, gitmeyeyim mi” diye düşünmeye başladım. Bu düşünce bana nereden geldi?
-İstek gelmez, istek istenir. Sana gelen son söylediğin gibi düşünce. Düşünce düşer, nereden düştüğü bilinmez ve sen o düşeni alırsın, ölçer biçersin, isteyip karar verir ve uygularsın. Bu bir döngüdür. Herkes bir şeyler ister ve yapar. Yapamayan, kararı vermediğinden, yani istemediğinden yapamamıştır. “Gitmek istiyorum, gidemiyorum” diye bir şey yok! Gidebileceğin halde gitmiyorsan, gitmeyi istemiyorsun demektir. Bu kadar basit.
-İstekler benim elimde değil ki…
-Hala istekler diyorsun! Düşünceler senin elinde değil! Ne zaman ne düşüneceğin senin elinde değil ama istekler senin elinde! Arzulamakla karıştırma. Arzulamak da senin elinde değil. Arzuladığına ulaşıp ulaşmamayı istemek senin elinde. Sen şimdi Candan’a gitmeyi arzuluyorsun sana neler yaptığı halde doğru mu?
-Evet.
-Ama gitmek istemediğinden gidemiyorsun, anladın mı?
-Aslında aynı şeyleri söylüyorum seninle sadece senin tanımlamaların farklı. Arzulamak-istemek ne fark eder işte, anlıyorsun sen beni.
-Ben seni anlıyorum da sen kendini anlayamıyorsun bir türlü. Bu yüzden kafa patlatıyorum. Sana seni anlatmak için. Sen anlamak istemiyorsun, öğrenmek istemiyorsun. Yaşayayım gideyim düşünmeden, diyorsun.
-Evet! Ne gerek var bu kadar düşünmeye!
-Ulan geri zekalı! Yarın sabah sınavın var, sen gecenin bir yarısı uyuman gerekirken kalkmış, Candan’a gitmek istediğini söylüyorsun. Bıraksam yine gideceksin kızın evinin etrafında salak salak dolanmak için. Sonra soracağım, ne oldu? Çaldın mı kapıyı? Hiç… Dolandım geldim… Bak bak bak… Hangi aklını kullanan insan gecenin bir yarısı evden çıkıp, aşık olduğunu sandığı kızın evinin etrafında dolaşmaya gider? Hem de yarın sabah sınavı olduğu halde! Aşık olsan başım üstüne, aşık falan da değilsin bin defa söyledim sana, sadece aşık olduğunu zannediyorsun! Sonra sırıta sırıta yüzüme bakıp ne gerek var düşünmeye diyorsun!
-Yeter, tamam kes. Gitmek istiyorum ben.
-Sanki duvara konuşuyorum bir saattir!
-Duvara değil, aşığa…
-Aşk düşünceye duvardır.
-Düşünce aşka olmasın?..

Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.izdiham.com/index.php/mustafa-colak-istemeyi-istemek

12 Kasım 2011 Cumartesi

İÇİMDEKİ KISIK SES

O kadar çok insan var ki tanınması gereken. Hani şu az önce kitapçıda gördüğün mesela... Bir "Merhaba" ile belki yıllar sürecek bir arkadaşlık, dostluk başlayabilirdi, kim bilir... Ancak milyarlarca insandan senin ömrüne mâl olanlar, düşünmeden edemediğin, aklını kemiren kişiler ve hikâyeler parmakla sayılabilir.

Oysa o kadar çok hikâye var dinlenilmesi gereken. Sayısız insanoğlunun, her birinin yüzlerce hikâyesi... Kimi eşine dostuna anlatmış sadece, kimi hiç anlatmamış, kimi kitap yazmış, kimi senaryo, kimiyse susmuş… 

“Hapsolmuşsun sayılı mekânlarda, hapsolmuşsun belki bir ruhta.Özgürlük yolunda tüm özgürlüğünü kaybetmişsin.Okuyup yazmayı terk edip yaşamayı seçtiğine pişman oldun belki de.Ya da hikâyelerin bazen kötü bittiğini…Daha kötüsü; bitemediğini..." 

Senin dinlediklerinden çok çok fazla hikâyeler ve olaylar vardır yaşanması gereken, emin ol. Bir zamanlar âşık olduğun kişinin evlilik haberini alman gibi mesela... Veya sen çoğalt örnekleri... Acı veya tatlı, hüzün veren veya neşeli olaylar... 

"Olaylar yaşanır ve biter sonsuz helezonlar halinde.Can'ın yanma sesini duydun ilk kez; çıtır çıtır..." 

O kadar çok şey var ki bilmen gereken. Rabbine dair, hayata, zamana, tecrübeye ve sosyal denilen çevrene dair. Sen ne kadar her gün yeni bir şeyler öğrensen de asla yetemeyecek kadar çok bilgi...  

"Yaşamak için istesen de istemesen de bilmen gerektiği fısıldanmıştı kulağına.Bilginin ağırlığı belini büktü, taşıyamadın fakat taşımak zorundaydın."

 Yetmeyen o kadar çok şey var ki yetinmen gereken... Aynı anda iki kitap okuyamazsın, aynı anda iki insan tanıyamayacağın gibi mesela... Bir annen ve bir baban olmalı. Zamanla onları da kaybetmelisin. Belki birkaç çocuk... Büyüdüklerinde seni hiçe sayacak. Hiç hayırlı evladın olamaz mesela. "Sen hayırlı değilsin ki evladın hayırlı olsun!" derler. Bir evin, bir araban olmalı, o da olursa! Birkaç dost, birkaç kitapçın olmalı. Belki birkaç yer; ara sıra bu kadar çokluk içinde bunalıp yalnızlığına kaçtığın yerler olmalı. Ama onların da sayısı belli... Gittiğin yollar hep eski... 

"Eskimiştir tüm duygular,Eskimiş bakışlar, küflü sözler..." 

O kadar çok yer var ki gidilmesi gereken. Kimsenin bilmediği, bilse de üzerinde yürümediği yollar... İnsana yaşadığını, yaşamının da akıp gittiğini hissettiren yollar... Her dönemeçte eline kalem aldığın yollar... 

"Dönemeçler hep merakını celbetmiştir,Her dönemecin başka bir dönemece çıktığını önceden bilsen yine de merak eder miydin?" 

O kadar çok şey var ki yazılması gereken. Bomboş kâğıtlar seni bekleyen... Doldukça içini boşalttığın kâğıtlar... Ama kendisini binlerce kişi okusa da hiç boşalmayan kâğıtlar... Kâğıtla insanın farkı da burada olsa gerek. 

"İnsanın verdikçe tükenen olduğunu kimse öğretmemiş miydi sana?Ancak kalbe yazı yazabilenler tükenmez dememişler miydi?" 

O kadar çok fark var ki yakalaman gereken. Her köşede, her seste, her nefeste... Farkları yakaladıkça farklılaşıyor insan. Başına bir harf alıp; "O insan" oluyor. Kimliğini ne kadar kazanırsa o kadar görüyor farkı. 

"En azından görmen gerektiğini öğrenmişsin." 

Ve o kadar çok şey var ki görülmesi gereken. Görmeden yaşıyoruz çoğu zaman yaşanılması gerekenleri. Arkamızı dönüp baktığımızda görüyoruz çoğu zaman. Geç kalıyoruz. Ya da erken. Her geç kalınmışlık duygusu, henüz bir şeyler için erken olduğunun sinyali değil midir oysa? 
O kadar çok sinyal var ki yanıp sönen,
Sönüp yanan...
Böylece yön işaret eden...
O kadar yan, o kadar yön var ki henüz tayin edilmeyen. 
O kadar çok…
O kadar...

"Kimsesizliğini bastıramayacaksın hiçbir yazıda.
Sus ve yaşa." 

Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/deneme/icimdeki-kisik-ses/170

11 Kasım 2011 Cuma

FACEBOOK'A VEDA

Pek yakında roman olarak zuhur edecek olan Tinsel Devinim Terminali, "Facebook" isimli sosyal çürüme mekanizmasına veda etmiştir.

İlgililere duyrulur.
Mustafa Çolak

7 Kasım 2011 Pazartesi

HİÇBİR ŞEYİN HİKAYESİ

Uykuyla uyanıklık arasında, aslında yapacağım çok iş varken fakat hiçbir iş yapmıyorken… Düşünmek mi? Hayır, düşünmüyorken… Dedim ya; hiçbir şey yapmıyorken, yapamıyorken… 

Bir hikâye anlatmak istiyorum. Başı ve sonu olmayan bir hikâye. Konusu da olmayan… Hiçbir şeyi olmayan, bomboş, belki de -dopdolu- bir hikâye… Bu şekilde biraz olsun ferahlayacağımı umuyorum.

Benim hikâyem, yani boş insanın ya da insan olmaya çalışanın hikâyesi. Olmamaya çalışan mı deseydim? Bunların önemi yok. Anlatacağım hikâyenin de önemi yok. Belki de vardır kim bilir… Fakat anlatacağım bir hikâye de yok! Saçmalıyor muyum? Bazen saçmalık okumayı daha çok sever insanlar, saçma yaşamayı sevdikleri gibi; bu yüzden zararı yok. İnsanın başlı başına bir saçmalık olmadığını kim kanıtlayabilir? Veya anlatılan tüm hikâyelerin bir anlamı olduğunu?

Uykuyla uyanık arasındayım, bir an önce kalemi bırakıp uyumak istiyorum. Üşeniyorum yazmaya, her şeye üşendiğim gibi. Ama kalemi elime alınca kalem, iradem dışında kâğıt üzerinde hareket etmeye başlıyor sanki. Dopdolu hissediyorum kendimi ve elimin hızına yetiştirmeye çalışıyorum düşüncelerimi. Parmaklarım ağrıyor böyle zamanlarda. Düşünce demeye bin şahit isteyen görüntüler, sesler veya görüntüsüz-sessiz-kokusuz-tatsız beynimde hareketlenmeler… Bu arada hikâye anlatacaktım değil mi?

Hikâyemi, insanın hikâyesini, hiçbir şeyin hikâyesini. Hiçbir şeyin hikâyesi olur mu demeyin, oluyor işte. İnsan, insan olduğunu unuttuğunda hiçbir şeydir nihayetinde. Derinliklerle basitlikler arasında gidip gelen bir hikâyedir bu insanın hikâyesi. Bazen sonsuz derin görünür, bazen yüzeysel. Yüzeysel sandığın, aslında derin olandır belki. Gözünü her an dört açması gerekendir bu insan. Bir türlü hiçbir şey bilemeyen, anlatamayan, kavrayamayandır. Anladığını sandığı anda işin aslının tam tersi olduğunu görüp, içi sıkılandır. Dolayısıyla her şeye heyecanla atlayıp, elinde hiçbir şeyle geri dönendir.

Ne demişti hoca? “Eğlenceli gençlerden sıkıldık, ‘sıkıcı’ gençler arıyoruz. Benimle sürüden ayrılmaya var mısınız?” gibi bir şey söylemişti. Tüm bu binlerce yıllık edebiyatçı ve filozofların hikâyelerinin sebebi sürüden ayrılma isteği mi yani? Bu kadar basit mi? Değil. Dedim ya; basit görünenler hiç de basit olmayabiliyor bu insanın hikâyesinde.

Aşk, olgunluk, yalnızlık, anlam arayışı, sessizlik ve kalabalık içinde tenhalık, gitmek, gidememek, tüm gidiş ve gelişler, kopuşlar, yırtılmalar, bocalamalar, incitmeler, insana aldırış etmemeler… Felsefe ve edebiyatın tüm konuları! İşte asıl basitlikler. Derin insanların basit hikâyeleri. Sürüden ayrılmak isteyen birkaç üretken insanın ürettikleri… Ben de onlardan biriyim. Hiç de sanıldığı gibi derin değildi bu insanlar ve ben de değilim. Derin insan; derin görünen basitliği algılayan insandır. Sığlık denilende derinliği gören ve atlayıp boğulmaya gerek duymayan insandır. Boğulanlardır asıl akılsız olanlar. Belliyse derinlik, ne kadar derin diye bakmana ne lüzum var? Derin işte… Boğulmadan önce boğulacağını sezebilmektir asıl erdem.

Hikâye toparlandı sanırım yavaş yavaş. Hiçbir şeyin hikâyesi tam olarak budur işte. Ne anlattım? Hiçbir şey. Hiçbir şeyde çok şeyi anlayanlaradır hikâyem. Çok şeyde zaten çok şey vardır ve açık-seçiktir. Giz’i kavrayandır bu hikâyenin muhatabı. Hiçbir şeyin gizi.

Artık uyusam iyi olur.

Mustafa Çolak

yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/hikaye/hicbir-seyin-hikyesi/159