19 Kasım 2011 Cumartesi

ACI ÇEKEN RUHUN ÖYKÜSÜ

Bodruma inmeden önce yine tereddütte kaldı: “İnsem mi, yatıp uyusam mı?” Bir şeyler atıştıracak oldu, canı hiçbir şey istemiyordu. Yatağa uzanıp tavana baktı boş boş. Kendi kendine konuşmuyor, hareket etmiyordu. Tavandaki acayip şekilleri bir şeylere benzettiği muhakkaktı ama neye benzettiğini kendi de anlayamıyordu. Bazen bir adam suratı, bazen bulutlu bir gök, bazen de bir çay kaşığı görürdü. Çoğunlukla adam suratı olurdu bu. Bıyıklı, korkutucu bir adamdı. Tabi her seferinde farklı simalar olurdu ama birbirine çok benzerlerdi. Ne yapacaktı şimdi az önce burnunu kırıp bodrumdaki sandalyeye bağladığı adama? Nasıl başlamalıydı? “İçimden nasıl gelirse!” dedi ve aniden yataktan fırlayıp hızlı adımlarla indi aşağı.

Adam uyumuştu. Kapının kapanma sesiyle uyandı. Sadi’ye meraklı gözlerle bakıyor fakat bir türlü onunla göz göze gelemiyordu. Başını biraz daha kaldırarak Sadi’ye baktığını belli etti ancak Sadi onun gözüne bakmadı. Masanın üzerindeki aletlere takılmıştı Sadi’nin gözleri adama doğru yaklaşırken. Adamın önüne kadar geldi, tepeden bir bakış fırlattıktan sonra masaya yönelip aletlerin önünde durdu ve onları izlemeye başladı. Tek tek hepsini gözleriyle süzüyordu. Bir yandan da adamın bir tek laf edip edemeyeceğini merak ediyordu. Adamın önünden yavaş adımlarla bir tur daha attı önüne bakarak ve aletlerin olduğu masanın önünde tekrar durdu. Dik dik adama bakmaya başladı. Birkaç saniye sonra adam da döndü ve nihayet göz göze geldiklerinde, Sadi’nin tek kelimeyle “anlamsız” ifadeli gözleriyle bir müddet bakıştılar. Bu bakışlardan, derin bir boşluktan başka anlam çıkarılamazdı. Uzun süre bu gözlere bakan insan kaybolduğunu hissedebilirdi ve uzun süre olmamasına rağmen adam da bunu hissetmiş olacak ki; gözlerini aniden korkuyla çekerek başını önüne eğdi. Gerçekten çok korkmuştu. Sadi’nin her şeyi ama her şeyi yapabileceğini işte şimdi anlamıştı. Kendisininse yapabileceği tek bir şey yoktu ve kalbi gümbür gümbür atmaya başladı. Bir yıl önce her şeyini paylaştığı, can dostu Sadi, bu Sadi değildi. Kesinlikle değildi.

Sadi, adamın gözlerini kapadığını ve derin derin nefis alıp verdiğini görünce, beklediği buymuş gibi tahta sandalyeyi kapıp adamın karşısına oturdu. Hızlı hızlı nefes alan adamın pıhtılaşmış kanı, şişmiş kırık burnunu tıkadığından garip bir hırıltı çıkarıyordu. Sadi yaklaşmış bu sesi dinliyordu. Bu; korkunun sesiydi.

Cebinden kumandaya benzer bir alet çıkardı Sadi ve düğmeye bastı. Basmasıyla beraber içeride bir kadın sesi çınladı! Ne oluyor, kıyamet mi kopuyordu! Kadın: “Please don’t stop the music” diye bağırıyordu. Adam, hiç beklemediği bu yüksek sesin şiddetiyle irkilerek titredi. Ses, fena yankı yapıyordu. Fal taşı gibi açılan gözleri, hemen karşısında oturan Sadi’nin kayıtsız gözleriyle buluştu. Kadın tekrar bağırdı: “Please don’t stop the music!..” Adam sesi tanıdı. Ve tekrar: “Please don’t stop the music!” Evet bu o şarkıydı. Geçen sene Candan’dan ayrıldığında kulağına taktığı kulaklıkla sürekli dinlediği şarkı… Sadi’ye de bir sefer dinletmeye kalkışıp ağzının payını almıştı. Pop müzik de Sadi’nin nefret ettiği çoğu şeylerden biriydi. Hayret edecek şeydi! Ne yapıyordu bu Sadi? Ve yine: “Please don’t stop the music!…” Tam bir yıl aradan sonra bu yarı karanlık odada karşılıklı oturuyor ve müzik dinliyorlardı. Burun kırıp sonra müzik dinletme!.. Nasıl bir ayindi bu böyle! Sinirlenmemek elde değildi! Sadi’nin aynı boş gözlerle hala dik dik kendine baktığını fark edince kalbinin yerinden fırlayacağını sandı. Sinirlenmek ne kelime, aksine korkusu iki katına çıkmıştı. Tüm gözeneklerinden ter fışkırdığını hissediyordu. Bir yandan da Sadi’ye korktuğunu hiç belli etmek istemiyordu. Son birkaç dakikadır nefesini kontrol etmeye çalışmaktan yorulmuştu, müziğin yüksek sesini fırsat bilip çaktırmamaya çalışarak derin derin bir-iki nefes çekti içine. Nedense bu onu biraz rahatlatmıştı sanki. Belki de rahatlatan müzikti. Ama hayır, ses kulağı sağır edecek cinstendi, rahatlatması imkansızdı. Basın her vuruşunda iç organları sanki birbirine karışıyordu. Hemen arkasında, yarısı duvara gömülü, Sadi’nin boyundaki hoparlörden geliyordu ses. Belli ki burası sadece boş bir oda değildi. Masadaki aletlerin de pırıl pırıl ve yeni olmasından anlaşılıyordu ki Sadi bir şeyler için hazırlıklıydı. “Kumandayı cebinden mi çıkardı? Yemedi içmedi de burayı mı dizayn etti, bana işkence etmek için? Para da olmaz ki bu adamda nereden buldu tüm bunları? Ne yapıyorsun be Sadi? Amacın ne Sadi, amacın ne?.. Çok mu korkağım ben? Çok mu belli ettim acaba korktuğumu? Adama baksana abi korkmamak elde değil ki… Ne bok yiyeceğim ben ya! Ne yapacağım? Ne yapsam?…”

Şarkı bitince Sadi önüne bakarak mırıldanır gibi konuşmaya başladı:

- Kendini tek sanıyorsun değil mi, bir sen varsın sanki aşık! Ulan senin gibi milyonlarcası gelmiş geçmiş seninki de bir şey mi!..

Kısa süren sessizlikten sonra devam ettin Sadi:

-Ne güzel yalvarıyor kadın değil mi? Lütfen müziği kapatma! Ne olur müziği kesme! Resmen yalvarıyor.
Sustu Sadi. Adam iki kez yutkundu. Kulakları çınlıyordu. Burnundan nefes almakta çok zorlandığından, dudakları aralıktı. Biraz ses tonunu yükselterek:

-Kadın yalvarıyor, insanlar oynuyor. Kadın yalvarıyor, insanlar zıplıyor. Kadın yalvardıkça insanlar iyice coşuyor. “Lütfen müziği kesme…” Müziğin kesilmesinden korkuyor. Bu çılgınlığı unutturan tek şey müzik çünkü. Çılgınca müzik… Çılgınlığın hakkından çılgınlık gelir. Tabi, kimse ne yaptığının farkında değil. Ne kadın şarkıyı neden söylediğinin farkında ne de insanlar bu şarkıya diskolarda neden çıldırdıklarının farkında. Kadın eğlenmek için şarkıyı söylediğini sanıyor, insanlar da eğlenmek için dinlediklerini… Kafa dağıtmak! Kurtlarını dökmek! Ulan ne var ki kafanızda neyi dağıtıyorsunuz? Hiç beyin zarınızdaki kurtları hissettiniz mi ki dökmeye çabalıyorsunuz? Siz anca kıçınızdaki kurtları dökmeyi bilirsiniz! Unutmak istiyorsunuz, düşünce uçurumlarından düşmekten korktuğunuz için kaçmak, uzaklaşmak istiyorsunuz. Daha uzağa, en uzağa… Kendinizin olmadığı bir yere… Ruhunuzun sizi bulamayacağı, özünüzle yüz yüze gelemeyeceğiniz bir yere… İşte bu yüzden delicesine yalvarıyorsunuz farkında olmadan: “Lütfen müziği kesme!” Müzik susarsa kendinizle baş başa kalırsınız. Çünkü müzik bittiğinde, beyin ve ruhun orkestrası başlar. Sessizlikteki tek ses, bu orkestranın sesidir. Bu ses gerçeği söyler. Duymak istemezsiniz gerçeği; gerçeği bilmek acı verir çünkü. Ucundan kıyısından duyacak olsanız kulaklarınızı tıkarsınız siz. Bundandır; kendi tozpembe dünyanızda, kendi salak müziklerinizi seversiniz. Sizler korkaklarsınız! Sizler aciz ve biçarelersiniz! Müzik sustuğunda eğer, kaçacak yeriniz yoksa, müziğin bitmemesi için dua eder yalvarırsınız! Gerçekle, yani acı olanla yüzleşemezsiniz. Renk körüsünüzdür de siz! Kendi yarattığınız pembe acılarınız vardır, onları siyah zannedersiniz.

Gözlerini yerden kaldırıp adama dikti ve ayağa kalkarak söyleyeceğinin son sözü olduğunu belli eden edayla:

-Şimdi simsiyah acıyla yüzleşme zamanı…

Burnu balon gibi şişmiş adamın gözleri bu son sözle açıldı ve Sadi’nin ciddi olmadığına dualar edercesine Sadi’ye baktı. Sadi çok yavaş hareket ediyordu ve yüzünde hafif bir gülümseme belirmiş, masanın üzerindeki aletleri karıştırıyordu.

Bacağına saplanan matkabın çılgın gibi bağırttığı adamın aklında artık ne aşk acısı ne de başka bir düşünce vardı, acıdan başka…Ve acıdan bayılmıştı…

Sadi uyandığında kırık burnu ve matkap saplanmış bacağı feci sızlıyordu. Bacağındaki matkabı çıkarmanın bir yolu olmalıydı.

Mustafa Çolak
yazı kaynağı: http://www.izdiham.com/index.php/mustafa-colak-aci-ceken-ruhun-oykusu

Hiç yorum yok: