28 Ağustos 2012 Salı

GÖZYAŞI VE KAHKAHA

Sadi karanlık odaya girdiğinde adam yine kapının açılıp kapanma sesiyle uyandı. Sadi hızla yaklaşıp, sandalyeyi karşısına çekip oturdu. Adamın bitkin bitkin bakan, Sadi’nin ise heyecanlı ve düşünceli gözleri yine bir müddet bakıştılar. Sadi bir öğretmen edasıyla konuşmaya başladı:

-Geçen günlerde dişimin çürük olduğunu fark ettim. (Ağzını açıp sağ alt çenesindeki en arka dişini adama gösterdi.) İşte şu diş. İlk önce küçük bir ağrıyla rahatsız olduğunu bana belli etti. Ben göz ardı ettim, umursamadım. Ertesi gün biraz daha fazla ağrıdı. Bir ağrı kesici içip umursamamaya devam ettim. Üçüncü gün çok şiddetli ağrıdı. Hem gündüz hem gece. Ben yine ağrı kesiciler içtim ve o gece ona dedim ki; “Tamam, yarın seni doktora götüreceğim.” Götürmeyip diğer işlerimle ilgilendim. Ve yine gece oldu. Yatağa yatar yatmaz, “Sen misin beni doktora götürmeyen!” dercesine öyle bir zonklamaya başladı ki o acıyı hayal bile edemezsin! Yüzümün sağ tarafı kopacak gibiydi. Sağ çeneme elimle bastırıyorum ama nasıl bir bastırma! Elimden gelse çenemi söküp atacağım. Ayağa kalktım, acıdan bayılacağımı hissettim, gözlerim karardı. Sendeledim, yürüyemedim. Duvardan destek aldım. Ayna karşısına geçip dişime baktım. Hiçbir değişiklik yoktu. Ne bir şişme, ne bir kızarıklık ama içten içe sanki volkan patlıyor. Saat gece iki gibiydi ve o saatte hiçbir dişçi çalışmıyordu. Nihayet bir özel hastane buldum ve bir ton para verip dişimi tedavi ettirdim. Taksi parası da cabası. Halbuki tanıdığım diş doktoru var. Zamanında gitsem yanına, eminim ki hiç para bile harcamadan ve o kadar acıyı da çekmeden halledecektim. Ama göz ardı ettim! Umursamadım! Uyarısını hafife aldım! Bu kadar canımı yakabileceğini tahmin bile edemezdim! İşte senin durumun böyle. Seni bir tokatla uyardım. Dinlemedin ikinci tokatla uyardım. Yine göz ardı ettin yumruk yeyip burnunu kırdırdın. Ne oldu? Bak şimdi karşımda çıtını çıkaramıyorsun. İzin vermeden konuşmaman gerektiğini nihayet anladın. İnsan bazı şeyleri acı çekmeden öğrenemez.

Ya da şöyle demek lazım: İnsan, anlamak için bazen acı çekmelidir. En güzel öğrenme yolu, acı çekerek öğrenmektir. Asla unutmazsın, unutamazsın. Ve bir daha asla sana acı çektireni hesaba almamazlık yapamazsın. Bilirsin ki ben bu adamın sözünü dinlemezsem, beni pişman eder. İster karşındaki küçücük bir diş olsun, ister Sadi olsun, isterse kadın olsun. Şimdi… Asıl noktaya gelelim. En önemli noktaya! Şşş… Dinliyorsun beni değil mi?

-Dinliyorum.

-Hah. İyi dinle. Ben! Acı çekmediğim müddetçe! O dişin! Farkında! Değildim! Anladın mı?

-Anladım.

-Hayır, anlamadın! İyice dinle geri zekalı! O diş bana hiç acı çektirmeseydi, orada bir diş olduğunun bile farkında değildim. Anladın mı? Değildim! O benim için yemeklerimi çiğniyordu, yumuşatıyordu, parçalıyordu ve ben onun hiç farkında değildim. Daha açığı umrumda bile değildi bana o kadar faydası olan dişim! Zerre umrumda değildi! Ama bana öyle bir acı çektirdi ki, şimdi onu çok umursuyorum. Birilerini umursamamız için illa bize acı çektirmeleri mi gerekiyor? Cevap ver!

-Hayır… Tabi ki… Umursamamız lazım insanları.

-Niye umursamıyorsun lan o zaman! Burnunu kırmadan önce dayılık yapmaya kalkıyordun karşımda! Şimdi konuşurken bile sesin titriyor! Ne oldu? Ne değişti? (Adamın yakasından tutup sallıyordu Sadi.) Cevap versene! Ne oldu da sessiz sessiz karşımda oturuyorsun? İsyanına ne oldu? Soru soruyorum bana bak! Neden acıyı çekmeden önce böyle davranmıyordun bana? Neden sana; “Candan acı çektirecek uzak dur ondan” derken uzak durmadın! Candan sana acı çektirdi ve şu an köpeğim ol dese olacaksın! Şu an ben sana acı çektiriyorum. Candan yok! Köpeğim mi olacaksın! Köpeğim olacak mısın?

Sadi ağlamaya başlamıştı. Hüngür hüngür ağlıyordu. “Şimdi de benim mi köpeğim olacaksın” diye diye ağlıyordu. Bir yandan da adamın yakasını silkmeye devam ediyordu. Sesi yavaş yavaş alçaldı. Ağlayıp sallanması da azaldı ve yavaşça sandalyesine oturdu.  Gözünden yaşlar sessizce akıyor, aktıkça inatla siliyordu Sadi. Sildikçe de daha çok akıyordu. Adamın karşısında bu kadar ağlamaması gerektiğini düşünüyor ama bu düşünce bir türlü baskın gelemiyordu. Sonra içinden küfrü basıyor ve gözyaşlarına hakim olmaya çalışmaktan bir müddet vazgeçiyor, sonra tekrar engel olmaya çalışıyordu. Önüne bakarak, burnunu çekerek ağlıyordu. Adam hala hiç ses çıkarmayarak Sadi’yi izliyordu. Hayretler içindeydi. Bir yandan da Sadi’nin psikolojisini çözmeye çalışıyordu. Derdinin ne olduğunu anlayabilmiş değildi. Sadi’nin, geçen zaman içinde aklını kaybetmiş olabileceği geliyordu aklına. Bunun başka açıklaması herhalde olamazdı. Sadi sıyrığın tekiydi! Ama neredeyse acıyacaktı Sadi’nin haline; o kadar içli ağlıyordu ki. Ağlarken çok masum görünüyordu. Az önceki canavardan eser yoktu. Bu hayat nasıl bir şeydi böyle! İnsanı ne hallere sokabiliyordu. Sonra şükürler etti adam. “Aşık olan benim, deliren Sadi” diye düşündü. Gülmek geldi içinden, kendini zor tuttu. O an Sadi kahkahalarla gülmeye başlayınca adam şaşırdı. Aynı şeyi mi düşünmüşlerdi yoksa? Olabilir miydi?

-Sen de öyle suratıma bakıyorsun! Teselli etmeye çalışsana hıyar! İnsan bir teselli eder, başımı okşar. “Geçti Sadicim geçti” der. Hahaha! Ne anlarsın sen kibarlıktan, romantizmden! Benim en duygusal anımda bile yanımda olmuyorsun! Hahaha!...

Adam dikkatlice Sadi’yi izlemeye devam ediyordu. Ne yapmalıydı? Ne demeliydi? Nasıl davranmalıydı? Aklına hiçbir şey gelmiyor ve susuyordu. “Susarsam bu seansı da kazasız belasız atlatırız herhalde” diyordu.

-Bir kadın ağlarken gözyaşlarını kim siliyorsa, odur onun sahibi anladın mı? Sevdiğin kadının gözyaşlarını silecek kadar yakınında değilsen artistlik yapmayacaksın. Eğer o kadar seviyor olsaydın, gözyaşlarını sen siliyor olurdun, başkası değil. O nefret ettiğin adam, sevdiğin kadının gözyaşlarını silen oldu, sen değil! Sen kadınının gözyaşını bile silmekten acizsin. Sen ancak uzaktan izlemeyi bilirsin! Yaklaşamazsın, yakınlaşamazsın, korkarsın. Şüphelerin, tereddütlerin, iç çekişmelerin vardır senin. Başkası düşünmez, uğraşmaz senin uğraştığın şeylerle ve gider sevdiğin kadının gözyaşını siler. Sen izlersin! Bunu kafana sok. Sen sadece izlersin! Onlar yaşar, sen izlersin. Ve izlemeye de mahkûm olacaksın bir ömür boyunca. Hatta artık izleyemeyeceksin bile… Artık benim emrim altındasın. Bir yere kımıldamayacaksın. Ben ne dersem onu yapacaksın. Zamanında kendi isteğinle yapmadın, şimdi istesen de istemesen de yapacaksın. Mecbursun. Sana acı çektiren benim çünkü. Acı çektiren efendidir bu dünyada.  Acıyı çeken köle. Kimin kendine acı çektireceğine de yine kendin karar verirsin. Efendini kendin seçersin. Sen bu seçimi yanlış yaptın! Oysa her şey olması gerektiği gibi olmalıydı! Senin efendin bendim, ben! Sen beni dinlemedin ve sana acıyı o kadın çektirdi diye onun peşinden gittin. Şimdi ben çektiriyorum. Anlıyor musun? Efendin benim senin!

-Sensin.

-Benim tabi, tekrar et!

-Sensin.

-Hahaha! Duy bunları duy! Efendisi benim onun! Duyuyor musun? Sadece benim! Sen yoksun artık! Sen bir hiçsin! Ben varım! Duy!

-Kim?

-Kes sesini! Hahaha! Duydun mu bunu da; “kim” dedi! Seni artık tanımıyor bile, anlamıyor bile! Var mısın yok musun bilmiyor, düşünmüyor! Duy bunları! Yoksun sen!

Az önce gözyaşlarına boğulan Sadi, şimdi kahkahalar atıyor ve bir noktaya bakarak bağırıyordu. Baktığı yerde de ne bir sandalye ne de adam… Karanlıktan başka bir şey yoktu.


Mustafa Çolak
      edebifikir

19 Ağustos 2012 Pazar

TİNSEL... Bir Mustafa Çolak Filmi


Mustafa Çolak'ın yazıp yönettiği yarı kurgusal film.


Bir ruha sahip olduğunun bilincinde olmayanların hayatlarını anlatır.


Film dünya sinemalarında bir rekora imza atmıştır.


2008 yılında 10 dalda Oscar'a aday olan Türk yapımı film; yönetim, görüntü yönetimi, efekt, makyaj ve en iyi film dallarında ödüle layık görülmüştü.


(fotoğrafları büyük boy görüntülemek için üzerine tıklayınız)

17 Ağustos 2012 Cuma

SOYUT SENFONİ

Bazen öyle bir derinlik kaplar ki her yanını, sonsuzlarca sonsuz yaşamın olsa tümünü o derinlikte kaybetmek istersin. Bilinçten sıyrılma hâli. Oysa ömrün derinlikten kaçışla-kaçmak zorunda oluşla geçmiştir, geçiyordur.
Bilmem kaç kişi yaşamıştır bunu ama eminim yaşayanlar var. Kaçmanın kurtulma demek olmadığını bilenler... Kurtulamayanlar ve beyni kurtlananlar... "Yaşamak..." derler kendi kendilerine âniden. Sonra susarlar. Durur ve havaya bakarlar. "Ölüm..." derler birden ve yine susarlar. Gözleri her an uykuludur. Uyku ise bir o kadar yabancı...
Çıkan her sesin bir anlamı vardır bu anlarda. Kafatasında yankılanır ve helezonlar halinde evrene dağılır küçük ses dalgaları. Aynı frekansın insanları her devirde vardır. Ve dönemseldir derinlik anları. Nöbeti, farkında olmadan birbirlerinden devralırlar. Biri uyusa diğeri uyanır. Böylece var olmanın anlamı hiçbir zaman yüzeye çıkmaz.
Evet, basit olmasına basittir yaşam. Basittir dünya ve basittir insanlık. İnsan... Basit değildir.
Herhangi bir ölçü birimi olamaz insanın.
Ölçülemeyen insan, üzerine binen ağırlıktan hareket etmeye mecâli olmayan insandır. Dünya ise hareket etmek üzere vardır. Devr-i daime endekslidir tüm sistemler. Bundandır ölçüsüz insanın yabancılığı.
Başına herhangi bir sıfat almaktan müstesnâ insan, hayata güneş gözlüğüyle bakandır. Yaşamın parlaklığı onun gözlerini rahatsız eder. Fakat kör olmayı da asla istemez. Sadece, istediği gibi görebilmektir dileği.
İnsan susmak ister. Yorulandır. Bıkandır. İnatlaşandır. Bazen inadına yaşayandır.
İnsan anlaşılma kisvesi altında bazen anlaşılmak istemez. Çoğu zaman da anlaşıldığını sanır, hiçbir mahlukat onu anlamaz.
İnsan aslında bir kişiyi okur fakat okuduğunun kim olduğunu bilmez. Bir kişiye yazar. Okuyanlardan birkaçı, kendisinin o kişi olduğunu zanneder, aslında o kişi diye biri yoktur.
İnsanın özü, teferruatında gizlidir. İnceliği gördüğünde insansın.
Beden dili diye de bir şey yok, ruh dili vardır. Her şeyin bir bedeni var fakat ruhu olan ancak insandır.
Demek istediğim; bu yazıyı okumak değil, hissetmek. Yazmak hiç değil, dalmak...


Mustafa Çolak
  edebifikir

1 Ağustos 2012 Çarşamba

YAKLAŞMA SANATI

Adım adım yaşama yaklaşıyorum. İçimin derinlerindeki, yıllardır tarif etmeye çalışarak kafa patlattığım ve her seferinde garip bir hafifleme hissiyle karmaşıklıklarımı sayfalara döktüğümü sanarak kalemi sabaha karşı bıraktığım günlerden azar azar uzaklaşıyorum. Uzaklaşırken adeta bir parçamın koptuğunu ya da kasıtlı olarak o parçamı artık kopardığımı zannediyorum. Tam olarak kopamamış olacak ki; hâlen yazıyorum.
İnsan kendini unuttuğunda yazamaz. Yazmak bir nevi hatırlamaktır benim için. Neyi hatırlıyorum? En başta gecenin güzelliğini. Sessizlikten gelen eşsiz güzellik… Uyursam, işte bunu es geçmiş ve tüm benliğimle yaşama teslim olmuş olurum. Uyumak, teslim olmaktır. Uykusuzluk; insanlık özünün dünya hayatına baş kaldırışı, rest çekişidir. Bundandır; geceyi sevenler topluluğu, kendine hasret çekenlerden oluşur.
İnsanlar için tüm koşuşturmacanın bittiği ve istirahate çekilmeleri gereken zaman dilimi gece saatleriyken, gündüzün debdebeli hâlinde zihnini yaşayarak dinlendirip, gece boyu mesai yapmaya hazırlananlarız biz. Ve nasıl ki ömrü boyunca çalışıp ölüme yaklaşan bir adam emekli olduğunda gündüzleri boş oturmaktan canı sıkılıyorsa; benim gibi adım adım yaşama yaklaşan bir adam da geceleri uykuyla geçirmekten aynı şiddette rahatsızlık duyacaktır. Çünkü düşünce emekli olmaz.
Etrafım, öteden beri köle olanlarla çevrili. Nasıl anlatabilirim yapmaya mecbur olduğum o işleriyle aslında her saniye dalga geçtiğimi? Bıkmadan ve usanmadan şu yaşlı dünyayı hâlâ ısrarla daha düzenli şekle sokma çabalarının komikliğini nasıl söyleyebilirim? “Sizin değer verdikleriniz umurumun kıyısında bile değiller!” diye nasıl haykırabilirim? Yapmam gereken, sessizce yaşamak.
Düşen çok yaprak gördüm. Hepsi farklı düşüyordu. Önemli olansa yaprağın düşüşündeki estetik salınımı fark edebilmekti. Her yaprak düşer fakat her düşüş, yaprağınki gibi olmaz. Bunu anlamalarını bekleyemem.
Estetiğe ve sanata sığınmamın nedeni özgürlük, sadece özgürlük… Yaşam duvarıyla çevrili manyaklık dünyasında güzele duyduğum sonsuz hayranlık kendisinden hiç ödün vermedi. Güzel sandıklarımın çirkin olduğunu görmek de güzele olan saygımda en ufak bir değişime sebep olmadı. Aksine ateşledi, huzursuz görünümümün ardında arayış hevesimi hep kamçıladı. Çirkinliğin olduğu yerde hep bir güzellik vardı ve güzelden de hep daha güzel olanı vardı. Güzellik tadılmaz, hissedilmez, görülmez, duyulmazdı. Güzel olan sadece aranırdı.
Tek gerçeğin olan ruhunu bulmak için hayatın dışına çıkmana ve hayata dört elle sarılanları küçümsemene falan gerek yok. Sen ne kadar yaşama ait olsan veya onun dışında kalsan da ruhun zaten her şeyin dışında. Bu bilgi huzurlu olman için yetsin.

Mustafa Çolak
edebifikir