2 Ekim 2011 Pazar

ORUÇ ARUOBA'YA


“Kişi, yaşamının anlamını ancak onu bulamayacak duruma geldiğini hissettiği zaman, arayabilir -ve, belki, bulabilir.” (Oruç Aruoba - 'Olmayalı')
Senin kitaplarından bölümler okudum birkaç kişiye. Onların da gözleri parlasın ve; “Olamaz bu!” desinler diye. Ama hiç beklediğim gibi olmadı. Aksine; “Düşünmekten kafayı yemiş bu adam” gibi tepkilerle karşılaştım. Bazıları birbirlerine çok “uzak” iken bazısı çok “yakın” demek ki. Biz seninle ne uzağız ne de yakın. Açık konuşursam; senin ben olduğundan şüpheleniyorum.
Bir kitapçıda öylesine bakınırken “de ki işte” yi şöyle bir araladığımda donup kalmıştım. “Yaşamın, beklediğinin gelmemesi -ki, işte: senin de, gelmeyeceğini bildiğini beklemen olacak.” diyordun. Olacak dediğin çoktan olmuştu ve yaşamım, senin bu cümlenden ibaretti. Kitabı rüya-gerçek arasında kapatıp yerine koyarken, neredeyse bitirmek üzereydim. Ama şimdi olmazdı, daha zamanı gelmemişti seninle tanışmamızın. Biraz daha vakit vardı. Senin tüm yazdıklarını okumaya söz vererek çıkmıştım kitapçıdan.
Aradan fazla zaman geçmemişti. Gelmeyeceğini bildiğimi beklemekten çok yorulduğum günlerden birinde, bir an, o, geldi. Gelmişti işte, karşımdaydı. Evet, bu kesin o olmalıydı. Sanırım kendimi bildim bileli, mutluluk denen şeyi hissettiğim tek gerçek gün, o gündü. Ve o günün gecesinde açtım de ki işte'nin kapağını; “anlat” dedim. Başladın bana beni anlatmaya. Tüm çelişkilerimi, bekleyişlerimi, yaşanmışlıklarımı ve yaşanmamışlıklarımı. Aynı zamanda, bana, gelenin o olduğunu da anlatıyordun. Beklenen günün bugün olduğunu müjdeliyordun adeta. Kitap okumaktan çıkıp, karşılıklı dertleştiğimi sanmıştım seninle. Ya da aynaya bakarak kendi kendime konuştuğumu... Sanki büyümüşüm ve geçmişe tekrar kitap olarak gelip, kendime kendimi anlatıyor gibiydim. Ben soruyordum, sen cevaplıyordun kitaplarınla. Ne diyeyim, başkaydı seninle tanışmamız...
Sonrasında hayata ara verdim. Yaşama dair ne varsa (senin kitapların dahil) bir kenara bırakıp, gelmeyeceğini bildiğim halde gelen, bu fevkalade şeyin(hayatımın anlamının) üzerine düştüm. Yakasına yapıştım. “Geldin işte, o sensin!” dedim. Yüzüme gülerek: “Beklediğin şeyin gelmeyeceğini sen de biliyorsun, o nasıl ben olabilirim?” dedi. Kendisinin o olmadığından o kadar emindi ki; “Ama geldin işte! Sensin o!” diye haykıramadım.O, evet, olamazdı... Geldiyse de beklediğim anlamda gelememişti işte, olamazdı...
İçimde, ağzına kadar su dolu bir cam sürahi yere düşmüş gibiydi ve kırılan sürahime mi yanayım, susuzluğuma mı yanayım, bilememiştim. Darmadağındım ve sana tekrar merhaba diyordum. Yine sana gelmiştim. Bu sefer “Hani” nin kapağını açtım ve anlat dedim. “Bana beni anlat! Hadi şimdi de anlat da göreyim!” derken tüylerim diken diken oldu, gözlerim yaşardı, inanamıyordum. Sen tüm bu olanları da anlatıyordun. Hatta olanı, olamayanı, olanın nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini ve nasıl olacağını tüm ayrıntılarıyla karşıma seriyordun. Ezberler gibi her cümleyi ikişer-üçer kere(bazen on kere) tekrarlayarak okuyup bitirdim. Kafamı kaldırıp, açık balkon kapısından yarı karanlık havaya baktığımda saat sabahın beşiydi. Sürahinin parçalarını toplayıp elime vermiştin. Yapıştırmak bana kalıyordu.
Sen; benim düşündüklerimi çoktan düşünmüş, göremediklerimi çoktan görmüş bir kişi değildin sadece. Öyle olsaydın, beğendiğim herhangi bir yazar olurdun. Sen; benimle ortak göremedikleri olandın. Ve bu bir türlü göremediklerini görebilmek için aynı benim gibi çırpınandın. “Yürüme”de demişsin ya: “Tersliğimiz, uzak yakınlığımız, ve, yakın uzaklığımızdır.”
İnsan, devamlı değişen ve devinim halinde olan... Yolunda bazen hızlanıp, bazen yavaşlayan... Belki sen, yolda karşılaştığım, devinimime hız kazandıran biriydin sadece. Her cümlende yaşanmışlıklarım ve yaşanmamışlıklarımı gördüğüm(ama yine benim gördüğüm, görmek istediğim) herhangi bir sıradan insandın. Belki biraz fazla düzenliydin. Benim zihnimde karman-çorman dururken düşünceler, sende düzen-nizam-intizam içindeydi. Belki de sen sadece bir yol işçisiydin; insanların geçtiği asfaltı onaran herhangi bir işçi...
“Bir yeri, gerçekten ve toptan terk etmeyen, yeni bir yola çıkamaz.” dedikten sonra hemen arkasına da eklemeyi unutmuyordun: “Yerleşik olmaya dayanamayan kişinin yolu, hiçbir yere varmayacak bir yol olacaktır.”
Bir roman yazıyorum biliyor musun Oruç Abi?
İsmini, “Yolunu Yitirmişlere Kılavuz” mu koymalı Maimonides gibi, ne dersin?
Yazılan her roman en çok bu ismi hak eder değil mi?
Sayfaların bir kısmını boş bırakıyorsun ya hani, okur eline kalemi alsın da kendi doldursun boşlukları diye. Ben kendimdeki tüm boşlukları, senin cümlelerinle doldurur oldum. İşte son boşluklarımı da yine o cümlelerinle dolduruyorum:
“Yaşadığını yazamazsın, yazdığın da yaşadığın değildir.”
Ne yaşadığımı hakkıyla yazabildim, ne de yazdığımı yaşayabildim.
Ve dediğin gibi;
“Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar -ancak o zaman söner.”
Söndüm Oruç Abi...


Mustafa ÇOLAK
yazı kaynağı: izdiham.com

Hiç yorum yok: