27 Ocak 2012 Cuma

BAŞLANGIÇSIZ YOLUN SONU (İKİNCİ BÖLÜM)

Gözyaşlarını silerek doğruldu genç adam. Yalnızlığı, biçareliği hiç bu kadar derinlemesine hissetmemişti. Ve manzarayı en güzel yerden gören tepeden indi. Koşarcasına iniyordu. Kaçıyordu bu kendine cevap vermeyen huzurlu insanlardan. Işığa dönüp bakmak aklına gelince kendinden nefret ediyordu. Belki bir gün dönecek olsa da şimdi asla dönüp bakmayacaktı. Bakarsa; dönüp geleceği o günün hiç gelmeyeceğini iyi biliyordu ve uzaklaşıyordu.

Karanlık ormana güç bela attı kendini. Tepeden uzaklaştıkça ışık azalmış, ormana girince büsbütün karanlık kaplamıştı her yeri. Heyecan ve ümitle karışık garip duygu, yerini korkuya bıraktı. Karanlıktan hep korkmuştu. Nedenini bilmeden ve düşünmeden, sadece korkmuştu. Bir an duraksadı. Geri mi dönmeliydi? Hayır; gitmeli, insanların arasına karışmalı, bir şeyler öğrenmeliydi. Herkesten, o tepeye varıp ışıkta kaybolan onca insandan daha çok şey bilmeliydi. Her şeyi bilmeliydi! Görerek, tadarak, hissederek, yaşayarak öğrenmeliydi. Kimseden de yardım istemeyecekti, ne yapacaksa kendi yapacak, neyle karşılaşırsa karşılaşsın; kendisinden başkası üstesinden gelmeyecekti. Buna asla müsade etmeyecekti! Ama korkuyordu. Önce korkusunun üstesinden gelmeliydi o halde. Ve daldıkça daldı karanlık ormanın derinlerine.

Saatlerce koşmuş, yoruldukça yavaşlayarak dinlenmiş ama hiç durmamıştı. Nihayet kente vardı. Ne kadar süre ormanda kaldığını bilmiyordu ve hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Bir an önce insanlarla tanışmalı ve kendine, kendi istediği şekilde bir hayat kurmalıydı. Önüne çıkan ilk adamı görünce koşup boynuna sarılmayı istedi, yapamadı. Ona şehrin merkezine nasıl gidileceğini sorup yol tarifi almakla yetindi. Yüzü gülüyordu. Etrafı izliyor, sağından solundan geçen normal insanlara özlemle bakıyordu. Onlar da ne olduğunu anlamaya çalışarak bakışlarına bazen karşılık veriyor, kimiyse gülümseyerek selam veriyordu. İnsan olarak tanınmak, hesaba alınmak müthiş bir duyguydu. Gelene geçene "merhaba" dedi gülücükler saçarak. Sonra açlığını hissetti. Ve bunu gidermek için parası olması gerektiği aklına geldi.

Bulaşıkçılık, temizlikçilik, garsonluk, hamallık, ne iş bulursa çalıştı. Bir yerde işe başlıyor, işi beğenmeyip kısa sürede başka iş buluyor, bu kez çalışma arkadaşlarıyla anlaşamayıp bir başka iş aramaya başlıyordu. Çalıştığı yerde de patronuna kalacak yeri olmadığını söylüyor, ya depoda, ya da patronun bürosunda geceliyordu. Bu patrondan patrona değişiyor, bazen; "Sana iş veririm ama kalacak yer ayarlayamam" cevabını aldığında sokakta kuytu köşelerde ya da deniz kenarında boş bir kayıkta sabahlıyor ve çaktırmadan, kalacak yer verecek başka iş arıyordu. Annesini, babasını, memleketini soranlara bir şeyler uyduruyor, hatırlayamadığı bu çok uzak geçmiş, açıkçası onu artık pek ilgilendirmiyordu. Geçmişin; geçmişi olanlar için asla geçmeyeceğini belki daha sonra öğrenecekti...

Böylece istediği gibi yaşayıp, istediği hayatı kurma çabalarıyla birkaç yılı devirmiş, bu sürede istediği şeyleri de hiç yapamamış ancak epey çevre edinmiş ve başına gelen o garip olayı da pek hatırlamaz olmuştu. Ara sıra o gizemli tepede yaşadığı yıllar aklına gelince hızla bu düşünceyi uzaklaştırıyor, yeni hayatına sıkı sıkı bağlanmak için elinden geleni yapıyordu. Bu elinden gelenler ise; iş arkadaşlarıyla günlük yaptığı muhabbetler, patronun kendinden ne kadar memnun olduğu, parasını nasıl ve nerede harcasa daha güzel olacağı ve son zamanlardaysa; hoşlanmaya başladığı kıza nasıl açılması gerektiği gibi düşüncelerden ibaretti.

Sonra bir şeyler oldu ve yolları kesişti o kızla. Tanıştılar, arkadaş oldular, uzun zaman birlikte güzel vakit geçirdiler. Bu vakitler kız için gerçekten güzel ve mutluluk vericiydi ancak genç adam için aynısı söylenemezdi. Bunun için mi korkularıyla yüzleşerek karanlık ormanlar geçmiş, cennet gibi güzelim yeri terk edip kente gelmişti. “Bu da değil” diyordu içinden; “Bu da değil…” Bu sözü, edindiği birkaç dost, gördüğü birkaç güzel yer, yaşadığı birkaç ilginç olaydan sonra da söylemişti ve daha çok söyleyeceğe benziyordu. Peki ne?
Kızla yollarını ayırarak farklı kentlere gidip farklı insanlarla tanıştıktan sonra başka bir kızla daha yakınlaştı. Sonra bir başkası ve bir başkası daha… Çok şey öğrenmişti insana ve hayata dair. İnsanın ne olduğunu ve hayatın nasıl bir bilmece, ne tür bir oyun olduğunu tam manasıyla öğrenemiyor ve iğreniyordu her şeyden. İnsanlara bir çeşit küçümsemeyle bakıyor ve aradığının onlarda olmadığını artık biliyordu. Yaşadığı her tecrübede bir şeyleri yakaladığını sanarak ümitleniyor, sonunda tüm bildikleri tuz buz olup dağılıyordu. Peki ne? Eksik olan ne? Bunu, o tepede ışık olup yok olanlardan başkasının bilemeyeceği açıktı fakat onlar kendisine cevap bile vermeye tenezzül etmemişlerdi. Peki, onlar kime sormuşlardı? Sormuşlar mıydı?
Kadınlar makyaj ve kıyafetlerine bir ton para harcayıp bedenlerine taparken, erkekler de ya kendi bedenlerine tapan bu kadınlara ya da onların kendilerine tapmaları için paraya tapıyorlardı. İşte önünde akıp giden ve içine bir türlü giremediği hayat bundan ibaretti. Kendi düşündüklerine benzer şeyler düşünen tek tük kişiler de vardı ama onlar da kendi dertlerindeydi. Herkes kendi derdindeydi aynı kendisi gibi. O halde onlardan hiçbir farkı yoktu ve kimsenin kimseden farkı olmadığının ayrımına vardı. İşte bir şey daha öğrenmişti, ne işe yarayacaksa(!)
Dönüp geriye baktığında istediği yaşamı hiç kuramadığını ve kuramayacağını gördü. Aslında ne istediğini de bilmiyordu ki… İnsanlar arasına karışma isteği içinde uyandığında, sanki neden bunu istediğini biliyor muydu? Başladığı noktaya geri döndüğünü hisseti; hiçbir şey bilememe hali… Değişen tek şey; gözlerindeki arayış heyecanının yerini hüzün almıştı.
Bildikçe bilgisinin eksikliğini daha bir anlamış ve tüm bildiklerini de öğretmensiz, kitapsız öğrendiğini fark etmişti. Ona bildiklerini öğreten, ışığa olan inancıydı. Ondan bilinçsizce kaçarken bile bir gün ona geri döneceğini biliyor, sadece şimdilik kaçması gerektiğini hissediyordu. İradesi, içinden düşüverdiği ışığın iradesine bağlıydı ve ona huzurla gelen tüm insanlar, aslında gelmiyor, yine onun iradesiyle getiriliyordu. Şimdi bu büyük iradeyi tüm benliğiyle hissetmiş, isteklerinin belli bir noktadan sonra kendisine bağlı olmadığını idrak etmişti.
Bilinçsizce canının istediği yere gitmek -kendine ne kadar zor gibi gelse de- kolay olandı ve bunu yaparak ışıktan çok uzaklaşmış, dönüş yolunu hatırlayamaz hale gelmişti. Şimdi zor olan; dönüş yolunu bulmak; bulduktan sonra o yolda hedefine doğru sapmadan yürüyebilmekti. Hedefine varana kadar; ışığa ulaştığında bu kez yok olup olamayacağı sorusunun aklını kemireceğini bilmek; en zor olandı.
Acaba şimdi, hemen, her şeyi bırakıp oraya; o tepeye geri dönmeye karar verse ışıkta kaybolabilir miydi? Ondan da önce, onu bu noktaya getiren inanç; acaba; dönüş yolunu bulabilmesi için de; yine kendisine yol gösterecek miydi?
 “Bugün hiçbirimiz geri dönemez, hiçbirimiz vazgeçemeyiz. Oysa hiç değilse birkaçımız, biliyoruz ki birtakım dönülmez sanılan yerlerden her zaman dönülebilir; yeter ki durduğumuz yerden ileriye değil, ileriden, durduğumuz yere bakabilelim. Güçtür bu iş, ama olmayacak, yapılmayacak bir şey de değildir."                                                                             
Mustafa ÇOLAK
yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/hikye/baslangicsiz-yolun-sonu-ikinci-bolum/439

Hiç yorum yok: