20 Ocak 2012 Cuma

BAŞLANGIÇSIZ YOLUN SONU

BİRİNCİ BÖLÜM

Gözlerini açtığında kendini bir tepenin başında buldu. Nerede olduğuna dair en ufak bir bilgisi yoktu ve ne tür bir uykudan uyandığını da anlamamıştı. Uzun bir geçmişi olduğunu hatırlıyordu. Bunca zamandır uyuyor muydu? Bunu bile bilmiyordu. Etrafına baktığında yeşillikleri gördü; aşağıda uçsuz bucaksız ormanı ve akan nehri de gördü. Cennette miydi? Hayır, hala dünyada olduğunu adı gibi biliyordu.

Kuşların sevgiyle cıvıldamasına, tertemiz berrak nehrin huzur veren sesine, nefes aldıkça içini ferahlatan müthiş kokulara dalmışken kendisine doğru yaklaşan ihtiyarı fark etti. Yaşlı adam, elinde bastonuyla ağır ağır yürüyor, yüzünde iç huzurunu yansıtan tebessümüyle çevresini aydınlatarak zirveye, yani kendisinin oturduğu en uç noktaya, tüm manzarayı en güzel yerden gören bu mükemmel varış yerine doğru yaklaşıyordu. Uzun yoldan geldiği kıyafetlerinden belliydi. İyice yaklaşıp da ihtiyarla göz göze geldiklerinde bu gözlerin, dünyaya dair hiçbir kaygı ve arayış taşımadığını an içinde şimşek çakar gibi anladı genç adam. Ancak henüz bakmaya doyamamışken yaşlı adam gözlerini çekti ve yanından usulca geçerek hemen arkasındaki bembeyaz ışıkta kayboldu. İhtiyarı gözleriyle takip ederek başını arkasına çevirdiğinde fark etmişti sütun gibi gökten inen bu ışığı. Afalladı… Başını titreyerek yukarı kaldırdığında bu bembeyaz sütunun ucunu göremedi. Masmavi gökte sonsuza doğru uzanıyordu. Hızla ayağa kalktı. Koşarak bu ışık sütununun etrafında dolandı, ihtiyar yoktu.

Ne öldüğünü ne de uyuduğunu hatırlamazken ve bu yaşadıklarının rüya falan değil, şimdiye kadar gerçek dediği her şeyden daha gerçek olduğunu idrak etmişken yaşlı adamın ışık içinde kaybolması onu korkutmuştu. Ne oluyordu böyle? Aslında, şu hemen yanı başındaki bilinmeze doğru uzanan beyaz ışıktı onu korkutan. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Derken bir adam daha gördü kendine doğru yaklaşan. Işıktan hızla uzaklaşıp bir ağacın arkasına saklanarak izlemeye koyuldu. Bu adam az önceki ihtiyara göre biraz daha gençti ancak yürüyüşü, tebessümü, kıyafetleri ve ağır hareketleri aynıydı. Ve aynı şekilde ışığa girerek yok oldu.  Bir tane daha ve bir tane daha… Tepenin dört bir yanından gelen yolcular birer birer ışığa giriyor, girmeleriyle beraber moleküllerine ayrılmaları bir oluyor, ışık oluyor ve zerreciklerinin yukarı doğru hareket ettikleri görülebiliyordu.

Saklandığı ağaç arkasından çıkıp ışığa doğru yöneldi tekrar. Fazla baktığında gözü kamaştığı için dikkatle inceleyemiyor fakat merakı da arttıkça artıyordu. Gelen insanların gözlerine baktı önce; hepsinde aynı huzur ifadesi… Yollarını kesip önce çekinerek, sonra bağıra bağıra sorular sormayı denedi, hiçbirinden tek cevap alamadı… Çaresiz ışığın yanına oturdu ve insanların ışık oluşlarını seyretti bir müddet, öylece oturup durmak canını sıktı… “Bana ne canım” deyip manzaranın güzellikleriyle yetinmeyi denedi, içi içini yediğini fark etti… Nihayet kendi de ışığa dalmayı aklından geçirdi fakat bilmediği bu garip gizemli şeye nasıl teslim olabilirdi? Ve kaygılar dört bir yandan bastırınca onların üstesinden gelebilmek için ışığı ve gelen insanları görmezden gelip, güzellikler içinde yaşayıp gitmeye karar vererek yıllarca o tepede yaşadı. Ara sıra aşağı inerek nehre dalıp yüzdü, ağaçlara tırmanıp meyvelerden yedi, hayvanlarla dans edip bu sevgiyle kuşatılmış dünyada, salt sevgiden yaratılmış yaratıklara hep sevgiyle baktı. Ama en sonunda kendini, düşünmekten alıkoyamadı.

Gelenlerin hepsinde ortak tek bir yön vardı: huzur. Kendisinde olmayan şey… Bu yolcular belli ki farklı yerlerden çıkıp geliyorlardı ve dolayısıyla farklı yollardan geçip ışığa kavuşuyorlardı. Evet, huzurlulardı ama yolda kim bilir neler yaşıyorlardı? Kim bilir hayat onlara neleri öğretiyor ve ne acılardan, ne mutluluklardan geçirdikten sonra gözlerinin derinlerine bu huzuru yerleştiriyordu. Ya kendisi? Ne görmüş, ne yaşamıştı ki? Buraya gelmeden önceki insanlarla beraber yaşadığı kısacık yaşamında ne öğrenebilmişti ki? Ve onlar buraya doğru yollar kat ederek gelirken, kendisi hiçbir çaba sarf etmeden gelmemiş miydi buraya? Onların vardığı son nokta şu ışık iken, kendisi o ışıktan çıkıp da düşmemiş miydi buraya? “Tabi ya; onların vardığı son nokta, benim başlangıcım.” dedi büyüklenerek. Zaten hep işe yaramaz bulurdu insanları. Onun gözünde insan, varlığından habersiz olandı. Kendisi biraz olsun haberdardı ve o yüzden işte buradaydı! Onların bitiş noktasında. Varılması gereken son noktada!

Buna sevinmeli mi üzülmeli mi karar veremiyordu. Tamam, her şey çok güzel; çile yok, dertsiz tasasız, ulaşılması gereken yere genç yaşında çoktan ulaşmıştı ama… Hayır… Ulaşmamış, ulaştırılmıştı… Bu ince nüansı gözden kaçırmamalıydı. İşte kendisini huzursuz kılan da buydu; ulaştırılmak. Anlamadan, bilmeden, yaşamadan ulaşmak… Onların yüzlerindeki ifade kendisinde yoktu, onların gözlerindeki derin anlamsa hiç yoktu. Kaygı ve tasalardan başka bir anlam bulunması imkânsızdı gözlerinde. Ve arayış… Öyleyse buna ulaşmak denilebilir miydi? Ulaştığı sadece sakin bir yaşamdı, o kadar. Sadece ışıkta yok olunması gerektiğini biliyordu; o kadar. Her şey gözünün önünde cereyan ettiği halde hiçbir şeyden haberi yoktu. İşte yakıcı olan da tam olarak buydu: Bilmeden yaşamak. Buna da yaşamak denilirse… Peki neyi bilmeliydi? Bunu da bilmiyordu. Neyi aramalı ve nasıl bulmalıydı ki kendisi de ışıkta kaybolan o insanlardan biri olsun. O an kayıtsız şartsız teslim olması gerektiğini hissetti. Bilecek bir şey yoktu, geçmiş yaşamı ortadaydı ve kendisi buraya bir şekilde getirilmişti. Onlar çileler çekip de gelirlerken kendisi getirilmişti. Bundan büyük şeref olabilir miydi?

O an gözleri parladı ve bulması gerekeni bulduğunu hissetti. Yapması gereken tek şey vardı; gidip ışığa teslim olmak. Çok basitti. Gözünü açtığı tepeye çıkacak ve ışığa girip kurtulanlardan olacaktı. Kendisinin o gelen insanlardan neyi eksikti? Hem eksik olsa burada ne işi vardı? Buraya kadar gelebildiğine göre onlardan hiçbir eksiği olamazdı ve şimdi onlar gibi gidip ışıkta yok olmalıydı. Böylece bu sıkıcı güzelliklerden artık kurtulacaktı!

Işığa doğru tırmanma şeridinde yürürken aklından hızla akıp geçen şüphelerine engel olamıyordu. Az önceki teslimiyet halinden eser kalmamıştı. Kendisi onlar gibi değildi ki… Ne kıyafetlerinin, ne de hal ve hareketlerinin onlarınkiyle alakası yoktu. Yavaşladığı o esnada yanından biri daha geçti sessizce. Durdu ve arkadan onu seyretti yıllarca yaptığı gibi. Ama bu kez farklı bakıyordu önünde yürüyen yolcuya. Arayan gözlerle bakıyordu. Ağır adımlarını izliyor, sükunetle nefes alıp verişini taklit etmeye çalışıyordu. Onun gibi yürümeye, sakin olmaya ve nihayet onun gibi bakmaya zorladı kendisini. Başarılı da oldu. Şimdi tıpkı onun gibiydi, oyunculuktaki ustalığı kendisini de şaşırtmıştı. Çok yakın mesafeden onu takip ediyor ve bembeyaz ışığa yaklaştıkça kalp atışının şiddetlendiğini hissediyordu. Heyecanını bastırmaya çabalıyor, kalp atışları normal seyrine dönecek gibi olunca aniden, tekrar hızla atmaya başlıyordu. Kararından vazgeçmemeliydi. Şu kadarcık mesafe kalmışken kesinlikle geri dönmemeliydi. Bu şekilde ışıkta yok olanları izleyerek yaşamaya daha fazla katlanamazdı. Onun arkasından gidecek, bastığı yerlere basacak ve o, ışığa dönüşür dönüşmez arkasından gözünü kapatıp dalacaktı. Bu arada önünde yürüyenin de kendi yaşlarında biri olduğunun ayrımına vardı. Nasıl olabiliyordu bu? Şimdi bunları düşünmenin hiç sırası değildi, artık teslim olma zamanı gelmişti.

Ve önündeki yolcu ışığa girip kaybolunca bir an duraksadı. Yavaşça yaklaştı ve önce elini uzattı, baktı; eli kaybolmuyordu. Biraz daha uzattı ışığın içine doğru ve geri çekti, hiçbir şey olmadı. Nihayet gözünü kapatıp ışığa kendini bıraktı. Gözünü açtığında ışık arkasında kalmıştı. İçinden geçip sütunun diğer tarafına geçmişti. Nasıl olur? Hızla tekrar dönüp tekrar girdi ışığa, bu kez diğer taraftan çıktı. Kaybolmuyordu. Bunu birkaç kez farklı yönlerden denedi ancak bir türlü yok olamadı. Etrafındaki dünya aynı dünya, yeşillikler ve orman aynı orman, ırmak aynı ırmaktı. Işıksa öylece duruyordu, değişen hiçbir şey yoktu. Dizlerinin üzerine çöktü, gözyaşları çimleri suladı.

Devam edecek…

Mustafa Çolak

yazı kaynağı: http://www.edebifikir.com/yazilar/hikye/baslangicsiz-yolun-sonu/421

Hiç yorum yok: