7 Eylül 2011 Çarşamba

OYALANMALARA DAİR

Saçmalamak istiyorum… İyi olmuş bir karpuzun yarılması gibi başımın yarılıvereceğini hissederek; “acaba o esnada aynı sesi çıkarabilir miyim?” diye noktaladığım düşünce merasimlerimin sonlarında özellikle. Alabildiğine, durmadan, duraksamadan, utanıp sıkılmadan, düşünmeden ve gayesizce saçmalamak…

Boş zamanlarında internet sözlükleri ile Beyoğlu çocuklarının mizah dergilerini okuyan, geriye kalan işe veya okula gittikleri dolu zamanlarını da saçma-boş zaman olarak addeden güruha dahil olmak geçiyor içimden böyle anlarda. Nedendir eylem sevdalısı olduğu halde düşünme eylemine vakit bulamayan(aramayan) bu güruhun, kendilerini entelektüel kabul edip öyle göstermeye çabalamalarının bir sonucu mudur nedir, diğerlerine nazaran göz ardı edilemeyecek bir çekicilikleri var! Bir garip “bilinçli avam” tarikatinin mensupları olarak nitelediğim; edepsiz fikir adamcıklarım, kitap okuyan cahillerim, seviyorum sizi “bilinçli avamlarım!..” Bunlar; sınır ve çizgi tanımayan akıllarının kör fikir çengelleriyle kalplerini soğuk hava deposuna asıp, hayatın anlamını “belden aşağı sıcak yolculuk” larında aramaya koyulanlardır. En belirgin özellikleri doyumsuz şehvetleri ve duygudan yoksunluklarıdır. “Hayatın kazıkları” diye adlandırdıkları son model insan nefsi yapımı “suni hüzünler” den sonra duygularını artık bir kenara bıraktıklarını söyler ve bunu bir erdem olarak kabul ederler adeta. Kendilerine yakın buldukları şairlere lakap takarak sahiplenmeyi de seven bu tarikatın mensupları, ayrıca slogan atmayı da severler. Kolay bilgi edinip etrafına çaktırmadan satarlar ve neye karşı olduklarını bilmeden her şeye karşıdırlar. Tarikatin çeşitli kolları vardır fakat fazla detaya girmeden asıl konuma, benim konuma, ben’imin konusuna şöyle bir değinip saçmalamaya devam etmek istiyorum… Oraya gelmeden önce yine yolda yorulmaktan korkarak son kez dönüp kendime soruyorum: “Düşünmeyi falan bırakıp bilinçli avam tarikatine girmeye ne dersin?”

Yeni ve daha önemli sorulara geçerek, bu soruyu bir başka zamana ertelemeyi yinelemek benim vazgeçemediğim tutkum halini aldı. Neden oyalanmalara benim konum değil de ben’imin konusu diyorum? Tabii ki benden ayrı bir ben olduğunu biraz olsun Yunus gibi vurgulayabilmek için. Peki nedir bu benden içre ben, kimdir?

Bir şeye “benim” yani bana ait diyebilmek için öncelikle ben’den gayrı bir şey olması gerekli. Ben varım ve bana ait bir şey var benim dediğim, bana ait dediğim. Yani ortada 1: ben, 2: ben olmayan ama iradesi bana bağımlı, bana ait bir şey daha var. “Bu kalem benim, bu araba benim” yahut “kalemim, arabam” şeklinde ifade ettiğim şeyler gibi... Bir de bu şekilde kendi cesedime hitap ederim: Elim, ayağım, başım, miğdem, kalbim vs… Fakat diğer şey’lerden farklı olarak bedenime hitap ederken nedendir ortada iki şey olduğunu unuturum. Halbuki aidiyet olması için ait olan ve ait olunan iki şey olması gerekliydi. Fakat saçmalarken(oyalanırken) bunu hiç düşünmeyiz ve farkına varmayız; dolayısıyla öyle bir sahipleniriz ki cesedimizi, ona iradesi benim kontrolümde olan bir şey olarak bakmaktan  çıkıp, “ben” derken onu da kastetmeye başlarız. Hatta ve hatta zaman geçtikçe “ben” derken salt bu bedeni işaret eder hale geliriz farkında olmadan.

Karşı cinse “aşkım” deriz mesela. Bana ait olan bu aşk, hangi ben’e aittir hiç düşünmeden sadece söyleriz: aşkım… Bu kadar kolay mı? Ben’ini sorsan tanımlayamayacak olan adam, nasıl oluyor da bu tanımadığı ben’e ait olan bir aşkı tanıyabiliyor? Bırak tanımayı ne oluyor da onun için yanıp kavrulduğunu dile getirebiliyor, yanan kavrulan kim bilmeden? Bu işte bir terslik yok mu?

Belki yüzlerce insan var şu an sokaklarda meşe közü kıvamında, deli divane aşkını düşünen, onu gözetleyen, bir kere olsun uzaktan görebilmek için saatlerce belki günlerce ara sokaklarda bekleyen. Belki de hiçbir tanesi bilmiyor ki beklediği, gözlediği bir başkası değil, kendisi… Hiçbiri bilmiyor ki yaptıkları her şey belki Dostoyevski’nin dediği gibi can sıkıntısının sonucunda oluşan oyalanmanın çocukları, mecazi aşk-karşı cinse duyulan aşk; belki aşk değil tutku, belki de Schopenhauer’un dediği gibi bir defalık bedensel birleşmenin sonunda sönecek olan, türün üreme içgüdüsü… Yine hiçbiri bilmiyor ki onları yollara düşüren, tutkularının peşinden sürükleyen şeyin hakikati aslında yaradılış gayeleri: kendini tanımak… Unutulagelen hakikat, kaçılan hakikat, kaçtıkça dönüp dolaşıp daireyi tamamlayıp yine ona gelinen hakikat!

Demek ki ben’im hakkında bilmem gereken birinci şey; ben derken kesinlikle bedenimi kastetmediğim. Bedenim ben değil, bana emanet ve emaneti dolaştırmakla mükellefim, peki ben kimim? Şimdilik bu kadar yeter.

“Saçmalamak istiyorum” diye başladığım yazımda, aslında öğrenmek istediğim soru şudur ki; “acaba saçmalamak isteyen ‘ben’ hangi ben? Benden içre kaç ben var ve bunlardan hangisidir şu an saçmalamak isteyen?” Ve neden saçmalamak ister bu ben? Eğer bu sorunun cevabını ısrarla merak eden varsa zahmet edip biraz düşünsün ve cevaplamaya çalışsın ne de olsa herkesin cevabı kendine… Şimdi ben(ama hangi ben?), önemli olanın cevap vermek değil, soru sorabilmek olduğunu bilmenin kisvesine bürünerek bir yandan kendime riya yaparak böbürlenirken diğer yandan “saçmalamaya-oyalanmaya-yaşamaya” başlamak (ya da devam etmek) istiyorum izninizle…

Mustafa ÇOLAK

Hiç yorum yok: