9 Eylül 2011 Cuma

OYALANMALARA DAİR II

Filmler, hep iyi veya kötü sonla biter. Kahramanlardan biri ölür veya ikisi de yaşamaya devam eder. Yahut ikisi de ölür. İkisi de öldüyse sorun yok! Bitmiştir gerçekten film. Ama birinden biri veya ikisi yaşamaya devam ediyorsa ve film bitip perde kapanıyorsa, bu işte düşünülmesi gereken yanlış bir şeyler vardır. Film bitmemiştir! Asıl izlenmesi gereken yer, filmin bitti sanıldığı yerden sonrasıdır. Ben hep bunu merak ederim, sonrasını… Çünkü gerçek film orada başlar. Yazarın gösterdiği, göstermek istediği yeri değil; göstermediği, gösteremediği bölümdür ilgimi çeken. Ve düşünürüm: sonra ne oldu? Sonra neler olduğu hakkında bazen iki dakika bile sürmeyen bir yazı akar. Bu beni tatmin edebilir mi?

Filmin bittiği, bitirici cümleyi söylemem gereken son noktadayım. Koca bir hikâye, yazılmaya, okunmaya ve yaşanmaya değer bir hikayenin son sayfasının son noktasında. Kapanış noktasında… Fakat kapanmadı kapak, okumaya ve yaşamaya devam ediyorum kendi hikayemi. Oysa o kadar çok şey vardı ki anlatılmaya değer, değeri anlatmada görmedim, “sadece yaşamayı” tercih ettim.

Peki bu noktadayken kendimde aradığımı bulmuş muydum? Hayır, değişen bir şey yoktu. Tek gördüğüm yalnız olmadığımdı bu yolda. Arayanlar hep vardı ve hep olageleceklerdi.

Aramak… Kendini aramak… Kendini bulmak… Arayan ve aranan olmak…

—Neyi arar insan?
—Kaybettiğini.
—Neyi kaybetmiştir?
—Kendini.
—Kendinde bulması gereken?..
—Aşk.

İnsanın ve kalbin hakikati üzerine kütüphaneler dolusu kitapların özeti işte bu diyalogdadır. “Her özet kötü bir özettir.” diyen varsa arasın dursun kütüphanelerde, hepsini okusun, öğrensin. Bakalım aradığını bulabilecek mi? “Sen kendin bilmezsen ya nice okumaktır?” diyen şair, hakikati kütüphanelerde mi bulmuştu?

Kendini bilen insan, oyalanmayan insandır.

Sandalyesinde bedensel olarak hiçbir iş yapmadan boş boş oturan bir adam, o sandalyede ne kadar oturabilir? Böyle kaç kişiye tanık oldunuz? Hiçbir işi olmadığı halde hareketsiz ve uyanık vaziyette bir süre yalnız oturan kaç kişi tanıyorsunuz? Bu soruyu sorarken, yaptığı meslek icabı veya yaşlılık gibi mazeretleri hesaba katmıyorum. Kendi iradesiyle, yalnız ve sessiz, hiçbir iş yapmadan ne kadar öylece oturabilir insan?

En fazla beş dakikadan sonra sıkılır ve oyalanacak bir şeyler bulur bilinçsizce. Gayri ihtiyaridir bu kendine “yapacak bir şey” bulma. Alışkanlık halini almıştır. Bazen yüksek sesle söylese de; “canım sıkıldı, bari oyalanacak bir şeyler bulayım” benzeri cümleler, bu onun bilinçli olarak oyalandığını göstermez. Yaptığı oyalanma işinin amacını sorsan, can sıkıntısını gösterir, asıl sebebi bilmediği(düşünmediği) için söyleyemez. Oysa oyalanmanın gerçek sebebi, düşünülmek istenmeyen, ölüm gelen hakiki sebep; kendinden kaçıştır.

Evet, cevap ölüm gibi gelir çünkü cevabı ölümdedir. Ölmeden önce ölmeyi gerektirir oyalanmaktan vazgeçmek. Bu ölümü sevmeyi, ölümü özlemeyi gerektirir. Ancak biz korkarız ölümden. Bize ait olmayan bir bedenin varacağı mutlak sondan korkarız, onu özlememiz gerekirken.

“Varlıktan anladığın salt bedeninin varlığıydı, yokluktan anladığın da yine salt bedeninin yokluğu. Oysa sen gerçekten var olsaydın, asla yok olmazdın, olamazdın.” derken bir arayış yolcusu, sen ise kendisine hükmedemediğin bir bedene “ben” diyor, onu sağda solda dolaştırarak, kimi zaman eğlendirip, kimi zaman bir şeylere aşık edip(!) hüzünleniyorsun.

Halbuki onun “ben” olmadığı ona hükmedememenden belli değil mi? “Bugün tuvalete gitmeyeceğim.” veya “Bu ay uyumayacağım” diyebilir misin? İstemesen de karşılamak zorunda olduğun ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar senin iradene bağlı değiller. Örnek; kendi başına buyruk hareket eden tırnakların ve saçların istediği zaman uzarlar ve sen onlara hizmet etmek zorundasın! Kendi kendine bu beden sana sormadan hastalanır, burnu akar yahut en basitinden her saniye onun ölmemesi için nefes alıp vermek zorundasın! O senin iradene bağlı değil, o ayrı bir şey, demek ki ben derken kastettiğin o değil. Daha önce de dediğim gibi, bir şeye benim diyebilmen için, (elim, ayağım vs. diyebilmen için), ait olan ve ait olunan olarak ortada iki şey olması gerekli. Oysa ben tekildir. Demek ki ben ve bedenim ayrıyız. Mesele onun ihtiyaçlarını yetecek kadar karşılarken arzularından vazgeçirmek ve esas arzuma, kendime yönelmek. Oyalanmaktan artık vazgeçmek…

“Neden oyalanmaktasın?” sorusunu kendime sorabildiğim anda balyoz üstüne balyoz yedim. İlk balyozları yer yemez vazgeçip kaçtım ancak sonra ister istemez geri döndüm. Cevaplamalıydım bu soruyu, cevabını iliklerime kadar sindirip, hissederek kabullenmeli ve hakkıyla bilmeliydim. O balyozları yedim. Çok acı verse de yedim. İçimi dışıma çıkarsa da yedim, yemeliydim cevabı idrak edebilmem için…

Yaşadığım her şey ama her şey, tüm gerçeklerim, hayallerim, sevgim, aşkım neyim var neyim yoksa dünyaya dair, oyalanmamın çocuklarıydı. Bu gerçekle yüz yüze gelmek belki de işin en zor kısmıydı. Yalanla tanışmak, saçmalıklarla selamlaşmak vardı sonra. Tüm değerlerin yok olup gittiği görmek, cevapladıkça, cevaplayabildikçe camdaki buğunun yavaş yavaş yok olması gibi yok oluşlarını seyretmek zordu, çok zor…

Son noktada ve kitabı kapattığımı sanarken hiçbir şeyin kapanmadığını, son noktanın zamanını bile bilmeden hikayenin devam etmek zorunda oluşunu kabullenmek zordu.

Ölmeden önce ölmek çok zordu…

Mustafa ÇOLAK
yazı kaynağı: izdiham.com

Hiç yorum yok: