22 Kasım 2012 Perşembe

HUZUR'A GİDEN YOL..

Derin ve sağlam düşünce bir tek noktaya bakar: Ölüm! Veya başıboş çılgınlık, yani hayat!” İşte kendisinin tek cümlesiyle Tanpınar’ın fikriyatı…

 Tüm insanların gördüğü bir tek hayat ve herkesin kendi aklında kurduğu, yaşayan insan adedince görünmeyen hayatlar… Bir âlem içinde milyarlarca âlem birbirinden habersiz… İç dünya, yani düşünce ve hayal dünyası, dış dünya kelimelerin dünyası… Birbirini tamamlayamayan tamamen ayrı âlemler… Ömrü boyunca iç dünyasını yazmaya çalışmış bir yazarın bütün kitaplarını okusak da onu anlayamayacağımız kadar ayrı…

Ve sonsuzluk… Orada her insanın iki âlemi değil, tek bir âlem vardır zamandan ve mekândan ayrı olan. Derin düşünen insan, işte bu sonsuzluğa geçiş çizgisine, yani ölüme bakar ve kimsenin kimseyi anlayamadığı bir dünyada hala çırpınmaya devam etmek zorunda oluşu, onun çehresinden hüznün akislerini eksik etmez.

Ahmet Hamdi’nin de hüzünlü gözleri, heybetle çağlayıp köpüren suları, kızıllaşan güneşin ihtişamlı töreniyle ufuklarda kayboluşunu, göklerde şekiller çizerek göç eden kuşları, tabiatın mensubu her zerreyi ince ince süzerken, düşüncesini adım adım ölüme kaydırıyor ve konusu her ne olursa olsun her düşüncesinin sonunu ölümle düğümlüyordu. Çünkü ölüm üzerine kurulan kâinatta insanlar ona ister başlangıç ister bitiş desin, mevcut her şeyin ölüme mahkûm oluşu, geniş görüşlüler için diğer tüm mevzuları bırakıp üzerine düşünülmesi gereken en mühim gerçektir ve hangi düşünceyi enine boyuna irdelemeye kalkarsak, açacağımız belki yüzlerce kapının ardında son açtığımız kapı ölüme açılandır. Zihnin hudutsuz ufuklarına açılan bu kapıların anahtarlarını aramayan dar görüşlüler ise Ahmet Hamdi’nin deyimi ile ‘başıboş çılgınlığa’ kendilerini vermişlerdir.

Tanpınar, on üç yaşındayken Musul’da bulundukları sırada annesini kaybetti ve bu ölüm, iç dünyasında eserlerine de yansıyacak derin izler bıraktı. Liseyi Antalya’da bitiren delikanlı, yıllar sonra Antalyalı liseli bir gence gönderdiği mektupta estetiğinin temelinin nasıl atıldığını şöyle anlatacaktı: “Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyva bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.”1 Antalya sahillerinde ölüm fikri ve o güne kadar okuyup tanıdığı birçok şair Ahmet Hamdi’yi, belki o zaman kendisi farkında olmasa da Türk Edebiyatı tarihine bir daha silinmemek üzere adını kazıyacağı günler için yetiştirmeye başlamışlardı bile. Kavramları sorgulamaya başlayarak iç dünyasına henüz ilk adımlarını atan bu toy hülya adamı, olgunlaştığında aşk ve ölüme karşı bakış açısını şöyle yansıtacaktı: “(…)bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hatta onlar benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir. İnsan zekâsının bu ikiz kanadı, hayat aynasında daima yan yana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne, kemale ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimize mal ettiğimiz zaman vasıl oluruz. Şiirin, sanatın tebessümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar, hakiki hayat, Hayyam’ın şiirlerindeki destiler gibi ölümün elinde yoğrulur, aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını bulduğu zaman yine ölüm onu ebediyetin kucağına atar.”2

Özellikle Antalya ve denizin, Tanpınar’ı şair ve romancı yapan en büyük etkenlerden biri olduğunu ‘Huzur’ romanındaki bahislerden de anlamak mümkündür. Hastane başındaki kayalar, güvercinlik ve deniz, roman kahramanlarından Mümtaz’ın hayatının köşe taşlarıdır.

Ahmet Hamdi’yi edebiyatımızın vazgeçilmezlerinden yapan, dile hâkimiyetini ve üstün sanat yeteneğini ortaya koyan, ‘güzel’e olan sevdası sonucu yazdığı Huzur romanıdır. Gerek olay örgüsü, gerek tahliller, gerek dil yapısı, ona hangi açıdan bakılırsa bakılsın dünya klasikleri arasında yer alması gereken bir şaheser olduğu açıktır ve Türk Edebiyatı’nın bugüne kadar yazılmış ‘en güzel’ romanları arasında, mihenk taşı ve gurur kaynağı diyebileceğimiz romanlarımızdandır.

Diğer usta muharrirleri, “Huzur’u nasıl övsek, nasıl anlatsak layık olur…” kaygısına düşürebilmeyi başaran bir yazarın, elbette uçsuz bucaksız bir iç dünyaya sahip olmasının yanında, çağdaşlarından farklı olarak bir de ilim ve kültür deryası olması gereklidir ve Tanpınar’ı Tanpınar yapan da zaten bu özelliğidir. Lise ve üniversitelerde uzun yıllar hocalık yapan Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, pekte birbiriyle örtüşmeyen ilim adamı ve sanatçı kimliğini bir arada taşımayı başarabilen nadir aydınlardandır. Zira üniversitelerde halen ders kitabı olarak okutulan ‘XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ eseri eşsiz bir bilgi ve kültür birikiminin enfes sanatsal üslupla kaynaşmasına verilebilecek en güzel örneklerdendir. Birol Emil’in sözüyle: “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, her satırında ilim ve sanatın birlikte yürüdüğü büyük bir terkip eseridir. Edebiyat tarihimiz sahasında belki pek az şey, bu kitabın bin sabırsızlıkla beklediğimiz ikinci cildinden mahrum kalışımız kadar telafisiz bir kayıp olmuştur.”

O, ne sadece ilim adamıdır, ne de sadece sanatçı, ne sadece doğuludur, ne de sadece batılı… Tek sıfatla nitelemek imkânsızdır onu, muhteşem sentezlerin yumuşak yüzlü adamıdır. Yalnızlığı değil, cemiyet içinde inzivayı tercih eder ve kendi kültürünü herkesten çok seven bir şarklıyken, aynı zamanda da herkesten çok bir batı hayranıdır. Bu, onun hayatının bir bölümünde yaşadığı karmaşanın göstergesi değil, ömrü boyunca savunduğu temel görüşüdür. Hiçbir zaman doğulu veya batılı olduğunu söylememiş, hep ikisini beraber kullanmış, her zaman hem garplı hem de şarklı olduğunu ısrarla vurgulamıştır. “Ağaç güneşte serpilir fakat toprağın derinliklerindeki kökü ile beslenir. İnsanoğlu kendi ferdiyetini bile ancak içinde yaşadığı cemiyetle idrak eder.”3 sözüyle cemiyete verdiği önemi ve sevgisini aksettirirken bu konuya da yeterince açıklık getirmiştir.

Nitekim genç yaşta şiirinin temeli de bu şekilde atılır. Bir yanda Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, diğer tarafta Valery, Gide ve Baudelaire onda şairlik ruhunu uyandıran isimlerdir. 1919’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girince kendini derinden etkileyen hocası Yahya Kemal sayesinde de divan şiirini ve musikiyi sevip, sonunda sanatsal bir ereğe yönelerek, biçimsel özelliklere; ölçü, uyak ve ahenge önem vererek şiirler yazar.

Şiirlerini belli bir kafiye örgüsüyle yazıp şiirde şekle önem veren şairlerdendir. Ona göre şiir: “Kanatlı söz” dür. Kelimeleri sadece yerli yerine oturtmak değil, “Onları plastik bir madde gibi eğip bükmek, yoğurmak, yani göz ve kulağa ait bütün unsurları form endişesinde kullanmak gerekir.” diyor ancak zamanının genç şairlerinden Orhan Veli ve onun tarzında yazanların lügat ve ifade zenginliklerine de hayranlığını gizlemiyor, onları takdir etmekten başka çaresi olmadığını biliyordu. Çünkü Türkçe’ye son derece vakıf olmuş bu genç şairler, şiirlerinde dilimizin en güzel yanlarını ortaya çıkarırken, kelimelerle satranç ustası gibi oynuyorlardı.

Bir konuşmasında: Şiir kendisi için, roman hayat ve insan içindir diyebiliriz… Şiir ‘ben’ in peşindedir. Ama o ben, ben değilim artık, benim bir halimdir… Şiir hülasa zamansızdır. Benim roman ve hikâyeciliğim belki de şiir için gerekli bu zamansızlığı temine yarar.”4 diyerek hislerinden, anılarından, düşüncelerinden roman ve hikâyeleri sayesinde kurtulup şiirlerinde serbest kaldığını söylüyor ve kısaca roman, hikâye ve şiirinin amacını açıklıyordu.

Dış dünyanın yalanından, düzen ve hilesinden şiir ve musikiyle uzaklaşıp hayatı boyunca aradığı ‘en güzel’e varmayı amaçlayan “bu güzel aşığı”, gönül adamı, elbette ki şehri İstanbul’a da âşıktı. Beş Şehir kitabında anlattığı beş şehirden ilk dördü kitabın yarısını işgal ederken, İstanbul’un tek başına diğer yarısını doldurması, bu aşkın belirtilerinden biriydi. Ve sevgisi asla yapmacık değildi. Fetih yıl dönümü hasebiyle yapılan kutlamalardan sonra fetih haftası geçince İstanbul’u unutup adeta bir kenara iten, tarihi eserlerine gerekli ilgiyi göstermeyen, ormanlarını yakıp kül eden, yüzlerce yıllık hatıralarımızı ve tarihimizi yalnızca kitaplarda yaşatan yapmacık sevgi gösterisi yapan zihniyetlere makalelerinde kızarak uyarıda bulunmasının bir şey değiştirmediğini görmek içini yakıyordu. O İstanbul’a gerçek bir sevgiyle bağlıydı ve bir akşam, bir boğaz köyünden Süleymaniye’nin, Fatih’in minarelerini pırıl pırıl yanar görerek bu güzelliklerin beş yüz seneden beri bizim olduğunu düşününce, fethi kendisi için bir kere daha kutlamış oluyordu.

İlim adamı, hikâyeci, romancı, şair ve kısa bir dönem milletvekili… Onun bir sevda adamı olduğu malum ancak kendi sanatkâr tanımına göre ne kadar sanatçıydı? “Hiç ihtiyar kadınların, ömürlerinde bir kere sevmiş olmanın gururuyla gözlerinin nasıl parladığına dikkat ettiniz mi? Benim için en büyük sanatkârlar, kendi mütevazı ve isimsiz ömürlerinde aşkın cennetini yaratmak suretiyle ölümü iradelerine muti edenlerdir.”5 diye tanımlamıştı sanatkârı zira.

Meşhur uzun cümleleriyle bizi yoran eserlerinin kapaklarındaki resimlerde hüzünlü gözleri ve yumuşak tebessümüyle bizlerle yaşamaya devam ediyor.

Ne içinde zamanın, ne de büsbütün dışında…

 
Mustafa ÇOLAK

 

Kaynaklar:

1: A. H. Tanpınar Biyografi sf.17 / Ümit Meriç,Selma Ümit Karışman / Etkileşim Yayınları
2: Yaşadığım Gibi sf.134
3: Yaşadığım Gibi sf.47
4: Varlık d. 536 15 Ekim 1960 / M. Menemencioğlu ile konuşma
5: Tasvir-i Efkar / Ocak 1941

 

Hiç yorum yok: