“Derin ve sağlam düşünce bir tek noktaya bakar:
Ölüm! Veya başıboş çılgınlık, yani hayat!” İşte kendisinin tek
cümlesiyle Tanpınar’ın fikriyatı…
Tüm insanların gördüğü bir tek hayat ve herkesin kendi
aklında kurduğu, yaşayan insan adedince görünmeyen hayatlar… Bir âlem içinde
milyarlarca âlem birbirinden habersiz… İç dünya, yani düşünce ve hayal dünyası,
dış dünya kelimelerin dünyası… Birbirini tamamlayamayan tamamen ayrı âlemler…
Ömrü boyunca iç dünyasını yazmaya çalışmış bir yazarın bütün kitaplarını okusak
da onu anlayamayacağımız kadar ayrı…
Ve sonsuzluk… Orada her insanın iki âlemi değil, tek
bir âlem vardır zamandan ve mekândan ayrı olan. Derin düşünen insan, işte bu
sonsuzluğa geçiş çizgisine, yani ölüme bakar ve kimsenin kimseyi anlayamadığı
bir dünyada hala çırpınmaya devam etmek zorunda oluşu, onun çehresinden hüznün
akislerini eksik etmez.
Ahmet Hamdi’nin de hüzünlü gözleri, heybetle çağlayıp
köpüren suları, kızıllaşan güneşin ihtişamlı töreniyle ufuklarda kayboluşunu,
göklerde şekiller çizerek göç eden kuşları, tabiatın mensubu her zerreyi ince
ince süzerken, düşüncesini adım adım ölüme kaydırıyor ve konusu her ne olursa
olsun her düşüncesinin sonunu ölümle düğümlüyordu. Çünkü ölüm üzerine kurulan kâinatta
insanlar ona ister başlangıç ister bitiş desin, mevcut her şeyin ölüme mahkûm
oluşu, geniş görüşlüler için diğer tüm mevzuları bırakıp üzerine düşünülmesi
gereken en mühim gerçektir ve hangi düşünceyi enine boyuna irdelemeye
kalkarsak, açacağımız belki yüzlerce kapının ardında son açtığımız kapı ölüme
açılandır. Zihnin hudutsuz ufuklarına açılan bu kapıların anahtarlarını
aramayan dar görüşlüler ise Ahmet Hamdi’nin deyimi ile ‘başıboş çılgınlığa’
kendilerini vermişlerdir.
Tanpınar, on üç yaşındayken Musul’da bulundukları
sırada annesini kaybetti ve bu ölüm, iç dünyasında eserlerine de yansıyacak
derin izler bıraktı. Liseyi Antalya’da bitiren delikanlı, yıllar sonra
Antalyalı liseli bir gence gönderdiği mektupta estetiğinin temelinin nasıl
atıldığını şöyle anlatacaktı: “Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o
lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan
meyva bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.”1
Antalya sahillerinde ölüm fikri ve o güne kadar okuyup tanıdığı birçok şair
Ahmet Hamdi’yi, belki o zaman kendisi farkında olmasa da Türk Edebiyatı
tarihine bir daha silinmemek üzere adını kazıyacağı günler için yetiştirmeye
başlamışlardı bile. Kavramları sorgulamaya başlayarak iç dünyasına henüz ilk
adımlarını atan bu toy hülya adamı, olgunlaştığında aşk ve ölüme karşı bakış
açısını şöyle yansıtacaktı: “(…)bu iki mefhumdan birini, ötekini
hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hatta onlar benim için eş doğmuş
mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir. İnsan zekâsının bu
ikiz kanadı, hayat aynasında daima yan yana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne, kemale
ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimize mal ettiğimiz zaman vasıl
oluruz. Şiirin, sanatın tebessümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar,
hakiki hayat, Hayyam’ın şiirlerindeki destiler gibi ölümün elinde yoğrulur,
aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını bulduğu zaman yine ölüm onu ebediyetin
kucağına atar.”2
Özellikle Antalya ve denizin, Tanpınar’ı şair ve
romancı yapan en büyük etkenlerden biri olduğunu ‘Huzur’ romanındaki
bahislerden de anlamak mümkündür. Hastane başındaki kayalar, güvercinlik ve
deniz, roman kahramanlarından Mümtaz’ın hayatının köşe taşlarıdır.
Ahmet Hamdi’yi edebiyatımızın vazgeçilmezlerinden
yapan, dile hâkimiyetini ve üstün sanat yeteneğini ortaya koyan, ‘güzel’e olan
sevdası sonucu yazdığı Huzur romanıdır. Gerek olay örgüsü, gerek tahliller,
gerek dil yapısı, ona hangi açıdan bakılırsa bakılsın dünya klasikleri arasında
yer alması gereken bir şaheser olduğu açıktır ve Türk Edebiyatı’nın bugüne
kadar yazılmış ‘en güzel’ romanları arasında, mihenk taşı ve gurur kaynağı
diyebileceğimiz romanlarımızdandır.
Diğer usta muharrirleri, “Huzur’u nasıl övsek, nasıl
anlatsak layık olur…” kaygısına düşürebilmeyi başaran bir yazarın, elbette
uçsuz bucaksız bir iç dünyaya sahip olmasının yanında, çağdaşlarından farklı
olarak bir de ilim ve kültür deryası olması gereklidir ve Tanpınar’ı Tanpınar
yapan da zaten bu özelliğidir. Lise ve üniversitelerde uzun yıllar hocalık
yapan Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, pekte birbiriyle örtüşmeyen ilim adamı ve
sanatçı kimliğini bir arada taşımayı başarabilen nadir aydınlardandır. Zira
üniversitelerde halen ders kitabı olarak okutulan ‘XIX. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi’ eseri eşsiz bir bilgi ve kültür birikiminin enfes sanatsal üslupla
kaynaşmasına verilebilecek en güzel örneklerdendir. Birol Emil’in sözüyle: “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, her
satırında ilim ve sanatın birlikte yürüdüğü büyük bir terkip eseridir. Edebiyat
tarihimiz sahasında belki pek az şey, bu kitabın bin sabırsızlıkla beklediğimiz
ikinci cildinden mahrum kalışımız kadar telafisiz bir kayıp olmuştur.”
O, ne sadece ilim adamıdır, ne de sadece sanatçı, ne
sadece doğuludur, ne de sadece batılı… Tek sıfatla nitelemek imkânsızdır onu,
muhteşem sentezlerin yumuşak yüzlü adamıdır. Yalnızlığı değil, cemiyet içinde
inzivayı tercih eder ve kendi kültürünü herkesten çok seven bir şarklıyken,
aynı zamanda da herkesten çok bir batı hayranıdır. Bu, onun hayatının bir
bölümünde yaşadığı karmaşanın göstergesi değil, ömrü boyunca savunduğu temel
görüşüdür. Hiçbir zaman doğulu veya batılı olduğunu söylememiş, hep ikisini
beraber kullanmış, her zaman hem garplı hem de şarklı olduğunu ısrarla vurgulamıştır.
“Ağaç güneşte serpilir fakat toprağın derinliklerindeki kökü ile beslenir.
İnsanoğlu kendi ferdiyetini bile ancak içinde yaşadığı cemiyetle idrak eder.”3
sözüyle cemiyete verdiği önemi ve sevgisini aksettirirken bu konuya da
yeterince açıklık getirmiştir.
Nitekim genç yaşta şiirinin temeli de bu şekilde
atılır. Bir yanda Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, diğer tarafta Valery, Gide ve
Baudelaire onda şairlik ruhunu uyandıran isimlerdir. 1919’da İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girince kendini derinden etkileyen hocası
Yahya Kemal sayesinde de divan şiirini ve musikiyi sevip, sonunda sanatsal bir
ereğe yönelerek, biçimsel özelliklere; ölçü, uyak ve ahenge önem vererek
şiirler yazar.
Şiirlerini belli bir kafiye örgüsüyle yazıp şiirde
şekle önem veren şairlerdendir. Ona göre şiir: “Kanatlı söz” dür.
Kelimeleri sadece yerli yerine oturtmak değil, “Onları plastik bir madde
gibi eğip bükmek, yoğurmak, yani göz ve kulağa ait bütün unsurları form
endişesinde kullanmak gerekir.” diyor ancak zamanının genç şairlerinden
Orhan Veli ve onun tarzında yazanların lügat ve ifade zenginliklerine de
hayranlığını gizlemiyor, onları takdir etmekten başka çaresi olmadığını
biliyordu. Çünkü Türkçe’ye son derece vakıf olmuş bu genç şairler, şiirlerinde
dilimizin en güzel yanlarını ortaya çıkarırken, kelimelerle satranç ustası gibi
oynuyorlardı.
Bir konuşmasında: “Şiir kendisi için, roman
hayat ve insan içindir diyebiliriz… Şiir ‘ben’ in peşindedir. Ama o ben, ben
değilim artık, benim bir halimdir… Şiir hülasa zamansızdır. Benim roman ve
hikâyeciliğim belki de şiir için gerekli bu zamansızlığı temine yarar.”4
diyerek hislerinden, anılarından, düşüncelerinden roman ve hikâyeleri sayesinde
kurtulup şiirlerinde serbest kaldığını söylüyor ve kısaca roman, hikâye ve
şiirinin amacını açıklıyordu.
Dış dünyanın yalanından, düzen ve hilesinden şiir ve
musikiyle uzaklaşıp hayatı boyunca aradığı ‘en güzel’e varmayı amaçlayan “bu
güzel aşığı”, gönül adamı, elbette ki şehri İstanbul’a da âşıktı. Beş Şehir
kitabında anlattığı beş şehirden ilk dördü kitabın yarısını işgal ederken,
İstanbul’un tek başına diğer yarısını doldurması, bu aşkın belirtilerinden
biriydi. Ve sevgisi asla yapmacık değildi. Fetih yıl dönümü hasebiyle yapılan
kutlamalardan sonra fetih haftası geçince İstanbul’u unutup adeta bir kenara
iten, tarihi eserlerine gerekli ilgiyi göstermeyen, ormanlarını yakıp kül eden,
yüzlerce yıllık hatıralarımızı ve tarihimizi yalnızca kitaplarda yaşatan
yapmacık sevgi gösterisi yapan zihniyetlere makalelerinde kızarak uyarıda bulunmasının
bir şey değiştirmediğini görmek içini yakıyordu. O İstanbul’a gerçek bir
sevgiyle bağlıydı ve bir akşam, bir boğaz köyünden Süleymaniye’nin, Fatih’in
minarelerini pırıl pırıl yanar görerek bu güzelliklerin beş yüz seneden beri
bizim olduğunu düşününce, fethi kendisi için bir kere daha kutlamış oluyordu.
İlim adamı, hikâyeci, romancı, şair ve kısa bir dönem
milletvekili… Onun bir sevda adamı olduğu malum ancak kendi sanatkâr tanımına
göre ne kadar sanatçıydı? “Hiç ihtiyar kadınların, ömürlerinde bir kere
sevmiş olmanın gururuyla gözlerinin nasıl parladığına dikkat ettiniz mi? Benim
için en büyük sanatkârlar, kendi mütevazı ve isimsiz ömürlerinde aşkın
cennetini yaratmak suretiyle ölümü iradelerine muti edenlerdir.”5 diye
tanımlamıştı sanatkârı zira.
Meşhur uzun cümleleriyle bizi yoran eserlerinin
kapaklarındaki resimlerde hüzünlü gözleri ve yumuşak tebessümüyle bizlerle
yaşamaya devam ediyor.
Ne içinde zamanın, ne de büsbütün dışında…
Mustafa
ÇOLAK
Kaynaklar:
1: A. H. Tanpınar Biyografi sf.17 / Ümit Meriç,Selma
Ümit Karışman / Etkileşim Yayınları
2: Yaşadığım Gibi sf.134
3: Yaşadığım Gibi sf.47
4: Varlık d. 536 15 Ekim 1960 / M. Menemencioğlu ile
konuşma
5: Tasvir-i Efkar / Ocak 1941