20 Haziran 2012 Çarşamba

ÇAY VE ÖLÜM

-Çay içelim mi?

-İçelim… Dedikten sonra derin bir nefes alıp bırakırken kadın, başını sallayarak kendi söylediğini onaylar gibi tekrar etti: İçelim…

Minibüsten indiklerinde hava karanlıktı. Ilık ama şiddetli bir rüzgâr vardı. Durağın yanındaki büfeden yukarı çıkan yokuşu sessizce yürüyüp geniş bir alana yayılmış olan çay bahçesinin tozlanmış masalarından birini seçerken yaklaşan garsona iki çay söyleyerek oturdular. Ilık ve şiddetli rüzgâr devam ediyordu. Çaylar da gelince eski günlerdeki gibi birer sigara yakıp kendilerinden daha aşağıda kalan caddeye ve gündüzden arta kalan tek tük insanlara bakarak konuşmaya başladılar.

Ne konuştuklarının pek bir önemi yoktu. Hatta hiç önemi yoktu. İkisi de kendi hayatlarından ve bugünkü garip rastlantılarından bahsediyorlardı işte. İnsanlar tanışıyorlardı. İnsanlar yakınlaşıyorlardı. İnsanlar bir süre sonra bir daha görmemecesine ayrılınca tekrar bir yerlerde umulmadık zamanlarda karşılaşabiliyorlardı. İlginç hiçbir şey yoktu. Şöyle bir düşününce, aslında her şey olması gerektiği gibiydi.

Fakat onlar konuşurlarken havada garip bir müziğin tınısı yankılanıyordu. Ya da adama öyle geliyordu. Bu konuşmanın birazdan biteceğini pekala iyi biliyor, bitmemesi için o an gözünü kırpmadan adamın canını verebileceğini, kadın daha iyi biliyordu. Çaylar bitince adam heyecanla birer çay daha söyledi. Müziğin hemen bitmemesi gerekiyordu. Eğer biterse bugüne kadar yaşadıklarının hiçbir kıymeti kalmazdı. Çekilen acılar, biriken özlemler, karşılıklı büyütülen gururlar ve küçük düşmanlıklardan vazgeçişin bir ödülü olmalıydı. İşte o ödül de tam olarak bu beklenmedik buluşmaydı. Çünkü beklediğinin gelmemesi, geldiğinde de, seni, beklediğinden çok daha yüce anlamlara gark etmesi, beklentilerinin yani isteklerinin bir kademe daha yükselişine işaretten başka bir şey değildi.

Bu kez konuşan daha çok adamdı. Kaderin onlara yaptığı bir önceki cilvede(daha önce de farklı zamanlarda farklı yerlerde bu karşılaşmalar olmuştu) konuşan hep kadın olmuştu. Şimdi sıra adamdaydı ve anlatıyordu. Arayışını anlatıyordu. En başından başlamıştı. Karşısında oturan kadından öncesini ve sonrasını… Hepsini anlatıyordu. Yavaş yavaş konuşuyordu, acele etmeden. Biliyordu ki anlatılması gerekenler anlatılmadan bu masadan kalkılmayacaktı. Demek ki bir şeylerin açığa çıkması gerekiyordu ki, hayatının farklı safhalarında bu karşılaşmalar meydana geliyordu. Öyleyse anlatmalıydı içinden gelenleri. Çünkü anlatması gerektiğini hissediyordu.

Nihayet adam sustu, çaylar bitti, rüzgâr durdu ve geceyi sessizlik kapladı. Peki ya müzik? Evet, müzik de durmuştu. Öyleyse kalkma vakti gelmişti. İkisinin de yüzünü belirsiz bir hüzün sarmıştı. Adamın konuşmasının aralarında çokça geçen “Hayat boş…” cümlesi ruhlarına işlemiş olacak ki; boşluğu görüyorlar, idrak ediyorlar ve derinlerinde hissediyorlardı. Kadın sordu:

-Eee?.. Şimdi?.. Şimdi ne olacak?..

Adam sustu. Kim bilir bir daha ne zaman karşılaşacaklardı… Belki de hiç… Ama şimdi kalkmaları gerekiyordu. Vakit geç olmuştu ve kalkmaları gerekiyordu. Vakit çok geç olmuştu(!)

Ayrılırlarken ılık ve şiddetli rüzgâr aniden tekrar esti. Son kez ve aniden…

Adam evine dönerken kendi kendine söyleniyordu:

-Öleceğiz… Ölüp gideceğiz… Öleceğiz… Ölüp gideceğiz…


Tankut Tiran

Hiç yorum yok: